25 Aralık 2012 Salı

hep aynı nakarat

kokinalarımı da aldım masama üç adet şebboy da koydum, hatta kendime kırmızı iç çamaşırı bile aldım. dedim ki 21 aralık geçsin bir hele diye bekliyorum herhalde. o da geçti. eee yeni yıl ruhu neredesin sen? niye 2013'e dair bir heyecan duymuyorum. yine bir bok olmayacağını bildiğimden olabilir mi? daha bir olumluyum ama bu günlerde. mutsuzluklarım, umutsuzluklarım uzun sürmüyor. olduysa oldu, salla gitsin modundayım. ama dünya, ülkem, ülkemin zavallı insanları zaman geçtikçe daha kötü bir hal almaya başladı sanki, cıngılbels işleri de anlamını yitirdi galiba.

21 Aralık 2012 Cuma

hayalkeş

çok yoğun zamanlar geçiriyorum. hem duygusal olarak hem de işyerinde. böyle olunca da hayli meşgulüm, yeni yıl ruhu bile uğramadı henüz, uğrayacak gibi de durmuyor. her gün aklımdan geçen insanlar var, telefonla arayıp merhaba diyeyim diye düşündüğüm, arayamıyorum, çünkü gün içinde zaman bulamıyorum akşam da evde yorgunluktan ruh gibi geziyorum. bir haftadır elimde süründürdüğüm işi sonunda bitirdim. Kendi kendime termin verince araya benim dışımda gelişen görüşmeler girince 1 saatlik bir gecikme de olsa sonunda bitirdim. İç disiplin diye bir şey var değil mi? J Ben de pek olmasa da… Ama tembellik de bir hak bence, şimdi ben İzmir’de bol bol tembellik yapacağım mesela. Sabah kalktığımda annem kahvaltıyı hazırlamış olacak, krep bile yapar bana. Babam çayı demlemiş olur, annemin kendi elleriyle yaptığı yeşil zeytin, buralarda bulamadığım güzel bergama tulum peyniri, yine Bursa’da hiçbir zaman o kadar lezzetlisini yemediğim kışın bile güzel kokan mis kokulu domateslerle uzun uzun keyifli bir kahvaltı yapacağız. Havadan sudan konuşacağız yine, havaların ne kadar soğuk olduğundan, hastalıklardan, akrabalardan falan konuşacağız. Babam her zamanki gibi senin yükselme sınavı ne zaman diye soracak, annem ağrıyan yerlerini anlatacak, annem mutfağa bir şey almaya gittiğinde babam oturduğu yerden ona talimatlar verecek, annem beni kumanda etme diye bağıracak. Ben hep böyleler miydi, yoksa yaşlandıkça mı böyle didişmeleri arttı diye geçmişi düşüneceğim. Geçmişte onları pek bir arada bulamayacağım. Babam hep işte, annem evde telaşta olacak. Evin içinden okula gitmek dışında neredeyse  hiç çıkmadığım çocukluk, ilk ergenlik günlerimi düşüneceğim. Mutlu aile tabloları getiremeyeceğim gözümün önüne.  15-16 yaşlarında aslında boşansalar daha mutlu birer insan olacaklarını düşündüğümü; annemin babama, babamın da anneme hiçbir zaman sevgi göstermediğini hatırlayacağım. Belki de gösteriyorlardı da ben onun sevgi göstermek olduğunu bilmiyordum. Didişmenin, kavga etmenin bir sevgi göstergesi olduğunu düşündüm belki de! O zamanlar ne düşündüğümü tam olarak hatırlamıyorum aslında, zihnim bazı dönemlere ilişkin hayli bulanık. Geçmişe dair sahneler gelsin hatırıma diye zorlayacağım kendimi. Annemin ve babamın bana da hiç sarılmadığını, öpmediğini, başarılarımı takdir etmediklerini düşüneceğim sonra. Hep daha iyisini istediklerini. Annemin sürekli eleştirel ve şikayetle hayata yaklaştığını düşünüp, genç kızlık döneminde eleştirdiğim bu yanını giderek daha fazla almaya başladığımı göreceğim. Ne kadar beğenmesek ve eleştirsek de yaşı ilerledikçe her kadın annesine, her erkek de babasına benzer giderek diye bir yerlerde okuduğum bir cümleyi hatırlayacağım. Tüm bunları ağzıma attığım bir lokma peyniri yerken düşünüp sonrasında annemin hava bu kadar kötü olmasaydı balkonda yapardık kahvaltıyı, manzaraya karşı yudumlardık çayımızı diyen sesiyle masaya geri geleceğim. Evet diyerek şikayete ben de ortak olacağım, anın tadını birden unutarak. Yağmurlu ve soğuk hava nedeniyle dışarı da çıkamayınca iki koca günü annemlerin bir o kanepesinde bir bu kanepesinde uzanarak geçireceğim. Yine sadece havadan sudan konuşacağız ya da hiç konuşmadan televizyona bakacağız. Onlar dizilerini seyredecekler, ben televizyon ekranına bakarken ben neden ailemle hiçbir şey paylaşamıyorum diye düşünüp kendimi kötü hissedeceğim. Paylaşacak gerçekten bir şeyim mi yok yoksa var olanları küçümseyip önemsiz mi görüyorum? Belki de daha önceki birkaç denemem de yanlış anlaşıldığım için vazgeçmiş olabilirim kim bilir…

20 Aralık 2012 Perşembe

düşlemek

yekta kopan'ı çok severim. sesini, hayata baktığı pencereyi, yaşamdaki duruşunu çok beğendiğim ve örnek aldığım bir insan. blogu fil uçuşu'nu da çok seviyorum. emma peel'la da onun sayesinde tanıştım ve blogunda paylaştığı diyaloglara bayılıyorum. bugün blogundaki diyalogu buraya eklemeden edemedim. emma peel, seni hiç izlemedim ama seviyorum.

Karşıdaki Adam: Düşüncelisin...


Emma Peel: Belki.

Karşıdaki Adam: Belki mi? Sesin bile titriyor.

Emma Peel: Bir yıl daha bitiyor... Belki de onun getirdiği hüzündür.

Karşıdaki Adam: Buna inanmamı beklemiyorsun değil mi? Sen öyle yılların geçişine üzülecek melankoliklerden değilsin.

Emma Peel: Geçip giden yıllara değil, o yıllarda hayatımızdan geçip giden insanlara üzülüyorum galiba.

Karşıdaki Adam: Yani... ne diyebilirim ki?

Emma Peel: Artık sadece düşlüyorum... Bütün o an'ları, o insanları... Robert Desnos'un sözlerine sığınıyorum her yılın sonunda olduğu gibi... "Öyle çok düşledim ki seni, artık yitirmektesin gerçekliğini."

17 Aralık 2012 Pazartesi

soluksoluğa

Uzun, karanlık bir çığlığın da ardına düşebilir insan,


Titrek, eğri büğrü bir yazının çağrısına da uyar.

Bırakıp her şeyi döner -

Aşk bir buluşmadır çünkü,

Her zaman gecikmiş bir buluşma.



Bitmeyen bir kavuşmadır da aşk -

Araya her zaman bir şeyler girer:

Bazen kendi sevincinin kanat gölgesi,

Bazen nabzın hızı, yüreğin titreyişi,

Tüylerin telaşıyla besleniyor gibidir -

Araya her zaman bir şeyler girer:

Çalışma saatleri, karşılıksız sorular.

Nereden bilebilir insan

Bunların hepsinin de aşk olabileceğini?



Çoğu kez aldatıcıdır da,

Bakarsın, herkes onun askeri, onun şehidi.

Oysa aşk hiçbir zaman bir yarış değildir ki.

Bu yüzden yanılır hep

Sayın muhbir vatandaş, köftehor okur, arsız yetkili.

Sararmış bir fotoğraf olarak da çıkabilir karşına,

Borulu bir fonoğraf kılığıyla da.

Bakarsın, ona da dadanmış

Gündelik hayatın sosyolojisi.



Yeniden duyulur bazen o uzun ve karanlık çığlık.

Çağıran o titrek yazı yeniden belirir -

Çünkü aşk en eski köprüsüdür Balkanların, en eski.

Cevat Çapan

14 Aralık 2012 Cuma

med cezir

uzun zamandır hissetmediğim şeyler yaşıyorum bugünlerde, belki de hiç hissetmediğim şeyler. hissederek yaşıyorum. korkutuyor, hırpalıyor beni hissetmek. içimde tanımadığım bir kadınla karşılaşıyorum. zaman zaman ürkütüyor beni, bir o kadar narin ve hassas bir o kadar da güçlü kendisi. bu gelgitler arasında iştahım da derin bir uçurum gibi uçsuz bucaksız. kendimi kontrol etmeye çalışıyorum, ama pek de başaramıyorum. sorunlarım var, dünyayla değil kendimle ilgili; hep planlar yapıp, kararlar alıp uygulayamamakla ilgili, kendime saygı duymamak, kendimi sevmemek, kendimi kıyasıya eleştirmek gibi. neden diyorum kendime, kim mükemmel ki? kusurlu ama güzel bir insanım ben.sevmeyi ve sevilmeyi hakeden, akıllı bir kadınım. kendimi seversem başkalarının sevgisine ihtiyaç duymaktan vazgeçersem huzuru bulacağım biliyorum. sevmek insanı özgürleştirirse gerçek sevgidir. beni sevdiğini söyleyenler hep esir almak istediler, ben sevdiklerimi hep esir almak istedim. bana bağlı, bağımlı olsunlar istedim ve hep üzüldüm. çünkü bu tarz bir sevgi çoğaltmıyor, eksiltiyor. bir kurt gibi kemiriyor içini. sevdiklerini özgür bırakmalı insan, kendilerini bulabilmeleri için. sevdiğin insanın gözlerine baktığında kendini görebilmelisin, ayna olmalı içine. sen olmana izin vermeli, sen de böylece kim olduğunu anlayabilmelisin. sevmeyi, sahip olmakla karıştırıyoruz ve yaşanabilecek güzel şeyleri es geçip nefes almaya devam ediyoruz şu hayatta.

30 Kasım 2012 Cuma

mutluluk kaynağı

mutluluğumuz niye başkalarına bağlı? niye mutlu olmak için hayatımızda bize değer veren, bizi önemseyen insanların varlığına ihtiyaç duyuyoruz? küçük bir mutluluk bile bizi daha mutlu edip bu mutluluğumuzun  kaynağı olmayan insanları bile bizim mutluluğumuzdan mutlu etmeye yetiyor. peki bizi mutlu eden kişiyi mutlu eden şey ya da kişi kim? bazılarının mutluluğu kendi içinden mi geliyor? eğer öyleyse benim mutluluğum niye kendimden kaynaklı olamıyor? mutlu olmama neden olan kişi yanımda olmadığı için bu mutluluğun yüzümde yarattığı gülümsemeyi göremiyorken bile acaba hissedip mutlu olabiliyor mu? akan bir nehrin kaynağı çok uzaklarda bile olsa o nehir bizim yanımızdan geçerken susuzluğumu gideriyorsa kaynak ne kadar önemli? peki o kaynak neden o kadar uzak? niye benim içimde böyle bir kaynak yok?

22 Kasım 2012 Perşembe

günün sorusu

Bir şeyi gerçekten yapıp yapmamayı istediğimizi nasıl belirleyeceğiz? Yani o şeyi yapmayı ya da yapmamayı istemek bizim toplumsal hafızamızın bir yönlendirmesi mi yoksa gerçekten bizim istediğimiz bir şey mi nasıl ayırt edeceğiz? Ben dediğimiz şey nerde başalayıp nerde bitiyor?

20 Kasım 2012 Salı

dng

EVREN ÖNGÖRÜLEBİLİR BİR BİÇİMDE DENGESİZDİR.

18 Kasım 2012 Pazar

günlere not

- yoktan zaman yaratıp bulut atlası'nı izlemeye gittim, gösterimden kaklmış. e o zaman skyfall'ı izleyeyim dedim, film 2,5 saat sürüyormuş, o kadar zamanım olmadığı için mecburen evim sensin'i izledim. özcan deniz filmi bol bol klark çekmek için çekmiş, fahriye evcen çok tatlı, saf bir kızı oynamış. ön koltukta oturan 17 yaşlarındaki iki kız ağlarken katıldı, benim hiç ağlayasım gelmedi. duygusuz muyum neyim.
- bugünlerde okuduğum kitaplar grinin elli tonu, yunus emre, sanayileşmenin gizli tarihi. biri yatak odasında ikisi oturma odasında. dikkat bozukluğu ve odaklanma sorunum olduğunu düşünmeye başladım. nasıl bu kadar alakasız kitapları aynı anda okuma isteği duyuyorum bilmiyorum.

- türkan şoray'ın gözlerinin hastasıyım. ne güzel bakan bir kadın.bu fotoya bayıldım. can yücel'in dizelerine de.
- kendi kulağıma şiir okumak da keyifli oluyor, kendimi oyalamayı ve mutlu etmeyi öğreniyorum artık.
- beklentisiz olmak benim için iyi de beklentisiz olduğum insan iyice bir gıcık olmaya başlıyor, artık kendisini takmadığımı anladığı için.
- niye durmadan devrik cümleler kuruyorum?
- genel olarak çatışmaktan kaçtığımı düşünürdüm, ama dişime göre birini bulunca ve karşımdaki kişi adam gibi tartışmayı bilince çatışma inanılmaz keyif verici bir şeymiş.
- insanın beden yaşı değil ruh yaşı önemliymiş. yaşlanan ruhumu tekrar gençleştirme çalışmaları yapıyorum.
- tekrar gençleşmenin yolu hayal kurmaya kendini zorlamak. düşünmek ve hayal kurmak için zaman ayırmak.
- bir de tembellikten vazgeçsem tam olacak.

14 Kasım 2012 Çarşamba

anlat bakalım

Bugün e-posta kutuma gelen bir reklam postasında “sevgiyi en iyi pırlanta anlatır” diyordu. Birden kendime sordum, “sevgiyi en iyi ne anlatır?”


Sevgiyi en iyi ne anlatır:

- Konuşurken dikkatle dinlemek ve o konuşmaya ilişkin detayları sonraki bir zamanda bile hatırlamak,

- Onun için önemli olan şeylere önem vermek,

- Onun hayallerine saygı göstermek ve desteklemek,

- Bir şarkıda, gökyüzündeki bir bulutta, tattığın bir yemekte onu hatırlayıp, bunu onunla paylaşmak,

- Onu heyecanlandıran bir durumda bu heyecanı onunla paylaşmak,

- Ona değerli olduğunu hissettirmek,

- Sarılmak, sıkı sıkı sarılıp o bırakmadan bırakmamak,

- Kokusunu derin derin içine çekmek,

- Mutsuz, üzgün olduğunda soru sormadan, sorgulamadan yanında olup, ağlayabileceği bir omuz olmak,

düşünmeden ilk aklıma gelenler bunlar. sizce sevgiyi en iyi ne anlatır?

7 Kasım 2012 Çarşamba

zaman

sevdiğin birine yazarken, kelimeler zihninden parmaklarına geçerken zaman nasıl da hızlı akıyor ya da keyifle sohbet ederken ya da hiç konuşmayıp sadece yan yana otururken bile bazen zaman hızla geçiyor. senin 10 dk sandığın zaman meğer 2 saatmiş. bazen de sanıyorsun ki saatlerdir oradasın, ama daha 5 dk bile olmamış. bulunduğun oda daralıyor daralıyor, dilinde kesif ekşi bir tad, burnunda küf kokusuyla kalkıp yerinden yelkovanı elinle ilerletmek geçiyor içinden.

zaman ne garip şey.

4 Kasım 2012 Pazar

cehennem

günahın özüyse seni sevmek cezam cehennem olsun.

beni yakaladın

sabah 5.30 sularında uyandım, su içtim ve tekrar yattım. normalde tekrar uyurum, ama bu sabah bedenim artık uyandık hadi kalk, beynim de bari gün doğumunu izleyelim dedi ben de oturma odasında aldım soluğu gün doğana kadar kitap okuyup biraz müzik dinledim gün doğumuna yakın dışarı baktığımda çiseleyen bir gök ve yorgan gibi yeryüzünü örten kalın bir sis tabakasıyla karşılaştım. güneşi görmek mümkün olmadı ama saat 7 gibi giyinip yürüyüşe çıktım.evimin yakınlarında olan ziraat parkına gitmeye karar verdim. kulaklıktan gelen müzikle kendime bomboş yollara vurdum. ziraat parkına vardığımda parkın tamamen sisle kaplı ve bomboş olduğunu gördüm. sokaklar bomboştu, biraz ürktüm açıkçası ben de hadi dedim fsm bulvarına yürü. kulağımda rammstein şarkıları sisler içinde yürürken saçlarıma çiğ yağdı.sokaklar bomboştu, saatler ilerledikçe tek tük insanlar çıkmaya başladı karşıma. yol üstündeki ağaçlara tek tek dokundum, derin derin nefes aldım. gün içinde insanlarla kirlenen sokakların boşken ne kadar güzel olduğunu fark ettim. çok güzel başlayan bir sabahtı, ama gün boyu evden hiç çıkmayınca çok uzun bir pazar oldu. bu yürüyüşleri daha sık yapmalı.

3 Kasım 2012 Cumartesi

normal



hayat bir oyun. bize verilen karakteri, bedeni değiştirme şansımız olmayan, o yüzden sürekli maskeler takarak renk katmaya ya da bulunduğumuz sahneyi terk edemediğimiz için mutlu olmasak bile mutluymuş gibi yaparak katlanılır kılmaya çalıştığımız bir oyun. oturuyorum, elimde kahvem yan masadaki çifti izliyorum birbirlerinin yüzüne bile bakmadan yan yana ama bir arada olmadan oturuyorlar. belki de diyorum 1 ay önce yüzlerinde aşk maskesiyle el ele gördüğüm ve gerçekten de birbirlerini önemsiyorlar diye özendiğim çift bunlar. aşkta mutluluk olur mu sahi? sadece senin olduğunu sandığın birini ailesiyle, arkadaşlarıyla, çocuğunla paylaşmaya başladığında anlıyorsun birinin sadece sana ait olmadığını. sonra alışkanlıklar başlıyor. yolda gördüğün 60 yaşlarındaki çift birbirinin elini alışkanlıkla mı, belli bir yaşa gelmenin getirdiği kaybetme korkusuyla mı yoksa sıcacık bir sevgiyle mi tutuyor acaba diye düşünürken önden önden yürüyen eşinin elini tutuyorsun biraz da öykünerek. 10 m ya gidiyorsunuz gitmiyorsunuz elini bırakıp tek başına yürümeye başlıyor. evliliklerde dokunabilme özgürlüğü olduğundan mı kaçamak dokunuşlar unutulup el ele tutuşmanın heyecanı kayboluyor? su bolken kıymetini bilmediğimiz, ancak susuz kaldığımızda damla damla suyu kana kana içtiğimiz gibi. sevgi en büyük maske, istediğini elde etmek için verebileceğin en ucuz rüşvet. o kadar hasret ki insanlar sevilmeye birileri istedikleri başka şeyler için önümüze biraz sevgi kırıntısı atıyorlar ve biz de inanıyoruz. kendimizi sevmeyi bilmediğimizden belki başka biri bizi severse varlığımızı anlamlı buluyoruz. "biri nasıl yapılacağını göstermeyince kendini sevmek çok zor değil mi?" diyordu izlediğim bir filmde. kimse gerçekte kimseyi sevmiyor aslında, sevilmek için seviyormuş gibi rol yapıyor. bazı oyuncular bu oyunda başarılı, iyi bir sahne çıkarıyorlar, bazılarıysa benim gibi tökezliyor, repliğini unutuyor, elini kolunu koyacak yer bulamıyor sahnede. diğerleri tarafından oraya ait olmadığı için dışlandığını hissediyor bazen. sevgi neydi sahi? tam kalbinin olduğu yerde sanki bir kelebeğin kanat çırpışını hissetmek mi ya da gözlerine baktığında gördüğün sıcak gülümseme mi?nedir sahi sevgi, gününün nasıl geçtiğiyle ilgilenilmesi ya da kanepede uyuyup kaldığında üstüne bir battaniye örtüp saçını sevgiyle okşaması, yanağına kondurulan küçük bir öpücük mü? hasta olacaksın niye ince giyindin diye eleştirmek yerine çıkarıp ceketini omuzuna vermesi mi sevgi? şefkatin ardından gelen arzu mu iki insan arasındaki sevginin tanımı. arzu olmadan sevgi olmuyor mu? bu çağda olmuyor galiba. sonu yatakta bitmeyecekse birine dokunmanın ne anlamı var diye mi düşünüyor insanlar? evliysen zaten elinin altında her zaman hazır olan biri var, ona kur yapmaya, masanın üzerinde öylece duran elini durup dururken tutmaya, güzel bir müzik çaldığında gözlerinin içine bakıp sıcacık gülümsemeye ne gerek var. bulunduğum sahnede herkes rolünü hakkıyla oynuyorken aykırı olup düzeni bozmak beni daha da mutsuz ediyor sadece. farkındayım oynanan oyunun ve onun parçası olmaya çalıyorum.

31 Ekim 2012 Çarşamba

soru???

insan sevip sevmediğini nasıl anlar?

sevgi nedir sahi?
birdenbire mi oluşur, yoksa zamanla mı?
birini kendine yakın hissetmek mi sevgi?
samimiyetine inanmak mı?
hata yapsa bile gülümseyebilmek mi?
onu merak etmek, yanında olmak istemek mi?
sevgi bencillik mi?
sabır mı yoksa?
ya da emek mi?
sevgi nedir?

23 Ekim 2012 Salı

yağmur

birden bire başladı. önce ince ince, dokunmaya korkar gibi, incitmekten sakınır gibi, okşarcasına düştü yere. sonra baktı ki özlenmişti, dokunuşları reddedilmedi toprak tarafından.hızlandı. içini boşaltırcasına, özlemle kavuştu toprağına. sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine yağmur ve toprak, insanlar kendini korumaya çalışırken yağmurun telaşından aşklarına yeşilden turuncuya çalan yapraklar, bu kucaklaşmada aradan çekilmeleri gerektiğini bildikleri için kaçışan martılar tanıklık etti. yağmur bir süre sonra veda etti kokusunu bırakarak toprakta, "yine geleceğim" dedi. toprak biliyordu geleceğini, çünkü artık yağmurun zamanıydı.

Damla düştü toprağa cemre misali
En büyüleyici pırıltısıyla dün akşam,
Mis gibi kokusuyla büyüleyen etrafı
Eksikliğini hissettiğimiz ama söyleyemediğimiz,
Tek tek ama beraberce kardeşcesine
Göl gibi derler ya işte öyle durgun ve sessiz
Üzüntülülerini paylaşırlar sevinçleri paylaştıkları gibi ,
Lisanlarıyla sevgiden bahsederler hep
Esintisinde bir samyelinin bir ömür boyu,
Rahatlatıyor tüm sevgiye muhtaçları şu yağmur taneleri.

Murathan Mungan


ağlamak

Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?



Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?

Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?

Sevmek için güzele mi bakmalı?

Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?

Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?

Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?

Hırsızlık; para, malmı çalmaktır?

Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?

Solması için gülü dalından mı koparmalı?

Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?

Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?

Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?



Victor Hugo



22 Ekim 2012 Pazartesi

bir şarkı

bazı şarkılar vardır, tıpkı bazı kokular gibi duyduğumuzda bizi o ana geri götüren. çocukluğumuza, ilk gençliğimize, hayatımızdaki ilklere, sevinçlere. bazı şarkılar vardır, mutlu, heyecanlı, tutkulu anlarımızın eşlikçisi. o şarkıyı her dinlediğimizde yüreğimize o an hissettiğimiz heyecanı anımsatan ve hızlı bir kalp çarpıntısına neden olan, yüzümüzde sebepsiz bir gülümseme yaratan şarkılar. bazı şarkılarsa zor günlerimizin destekçisi, göz yaşlarımızın tek tanığıdır. kimselere anlatamadığımız yürek yangınlarımızın, kaybedilenin ardından yakılan sessiz ağıtın ismidir. zaman geçer, zihin raflarına kaldırırız şarkıyı, içimizdeki yangın hafiflesin, duyulmasın, tekrar hatırlatmasın diye. sonra başka bir şarkıyı dinlerken birden karşınıza çıkar ve dinledikçe anlarsınız ki, aslında hiçbir acı yok olmuyor, hiçbir yas silinmiyor, hele tutulmamış bir yas hiç geçmiyor. dün akşam yıllar öncesine ait böyle bir şarkı çıktı karşıma. Kimselere içimdeki ağıtı diyemediğim, kaybettiğimin bendeki yerini anlatamadığım bir kaybın ardından her gün yüzlerce kez dinlediğim birkaç şarkıdan biri. uzun zamandır dinlemediğim, dinlemediğim için ben de dokunduğu yeri unuttuğum o şarkı dün akşam çıkınca karşıma yaramın hala taze olduğunu hatırladım. hala mı kanar yıllar önce bir kaybın açtığı yara. yitirilen hayatının büyük bir kısmı olunca, onun varlığı kişiliğini, hayata bakışını oluşturunca ve çocuklukta kazanılan bu alışkanlıklar, davranış biçimleri ilişkilerindeki başarısızlığın, varlığını anlamlandırma çabanın, hayal kırıklıklarının, hayattaki gel gitlerinin sebebi olunca kayıp çok, çok büyük oluyor.15 yaşımda o köşede durup, tabutta giden bedenine gözümden akmayan yaşlarla bakarken ardından biliyordum artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, ama hayatımda bu kadar büyük bir boşluk olacağını ve bu boşluğu hiçbir şeyin doldurmayacağını bilmiyordum. geçici ayrılık diye kendimi avutmuşum o zamanlar. hep o büyük boşluğu dolduracak biri olsun istedim hayatımda, tıpkı onun gibi sadece bana ait olan, bencilce bir istek olduğunu bile bile. olmadı, olamazdı, o boşluk hep kaldı. bu günlerde yine içine kan damlayan bir boşluk. sevmeyi öğrenemedim ben, en sevdiğini kaybetmenin ürkekliğiyle…




SICAK SAKLAYIN GECELERİMİ


geçici ayrılık benimkisi

ilkyaz çiçeğine gebeyim

ağıtlar yakmayın adıma

ben ölmedim ölmeyeceğim



sıcak saklayın gecelerimi

karlar altından çıkıp geleceğim

düşlerinizin ateşinden

ılık bir rüzgar gibi eseceğim



demlice bir çay koyun üstüne

aç çocuk gibi besleyin sobayı

nasıl tütüyorsanız gözlerimde

öylece tütsün buharı



uzunca serin yatağımı

boyunca uzansın ayağım

el aman deyince gece

usulca kıvrılır yatarım



can canım canlarım

hazır mı koynunuzdaki yerim

gün olur gecikmiş çocuk gibi

bağıra çağıra gelirim

Nevzat Çelik

http://yandex.com.tr/yandsearch?lr=11508&msid=22875.16387.1350888785.38183&text=s%C4%B1cak+saklay%C4%B1n+gecelerimi&family=yes

19 Ekim 2012 Cuma

nasıl dans bu?

bir adım atıyorsun ileri doğru, biri ayağına vuruyor  “yanlış ayağını attın ya da yanlış yere doğru adım attın” diye, niye yanlış olduğunu anlatmadan. ayağını geri çekiyorsun, bu kez başka bir yöne doğru adım atıyorsun yine ayağına sopayla vuruyor o biri. ilk başlarda doğru ya da yanlışlığını düşünmeden atıyorsun adımlarını, içinden nasıl geliyorsa, hatta bazen o kişi için çok güzel düşüncelerle atıyorsun adımını, heyecanla, mutlulukla doluyken yüreğin, senin adım attığın yöne onun da geleceği yanında yürüyeceği umuduyla atıyorsun adımını, sopa geliyor yine adımına ve kalbin buzdan bir saray gibi paramparça oluyor. bir süre sonra adım atmaya korkar hale geliyorsun, ürkek, kararsız öylece duruyorsun yerinde. adım atmadıkça aranızdaki uçurum büyüyor, büyüyor, daha bir ıssızlaşıp daha bir yalnız oluyorsun. beyaz desen yanlış yapıyorsun, siyah desen yanlış yapıyorsun. hatan nerde anlamaya çalışıyorsun.  arıyorsun suç oluyor, aramıyorsun “müsait değilim sonra ara” oluyorsun. soruyorsun “niye sordun” oluyor, sormuyorsun “ilgisiz” oluyorsun. bakıyorsun “niye dik dik bakıyorsun” bakmıyorsun “sevgisiz”, arkadaşlarımla çıkacağım diyorsun “başına buyruk” oluyorsun, arkadaşlarımla dışarı çıkabilir miyim diyorsun “ niye bende izin istiyorsun, ben despot muyum?”.  “adım atsam mı atmasam mı?” larla geçiyor günler. heyecanla, mutlulukla uyanıyorsun bir sabah, dün akşam geç yattı biraz daha uyusun diyerek sessizce evden çıkıp işe geliyorsun ve işe geç kalmasın diyerek telefon açıyorsun, beni neden uyandırıyorsun diye telefonda sana bağırıyor. buzdan saraylar paramparça oluyor.

18 Ekim 2012 Perşembe

gölge

ben buradayım deme ihtiyacı duyuyordu, varlığının başka insanların varlığı tarafından fark edilmesini bekliyordu. böylece kabul edildiğini, ait olduğunu hissediyordu. bu dünyadaki kapladığı alanın farkında olabilmesi için birileri de onun farkında olmalıydı. görünmez adam ona göre çok mutsuz biriydi. çünkü kimse onun orada olduğunu bilmiyordu. fark edilmek için kimi zaman çok gösterişli giyinir, abartılı makyajlar yapardı. insanlar onun bu haline alışıp, artık fark etmemeye başladıklarındaysa, evet hep olurdu bu; çünkü insanlar sürekli gördükleri şeylere alışırlar ve bir süre sonra onu fark etmemeye başlarlar; tıpkı her gün önünden geçtiğimiz parktaki muhteşem ağacı hiç fark etmemiş olmamız gibi, pejmürde bir şekilde gelmeye başlardı işe. bazen dünyanın en mutlu insanı, en şakacısı, en esprilisi o olurdu, bazense en mutsuzu, en bedbahtı. bazı dönemler deli gibi okurdu, her şeyi ona sorsunlar, ne konuşulursa söyleyecek bir lafı olsun diye. kendini mutlu etmek için değil, sırf birileri hakkında konuşsun, birileri onu beğensin diye. yalnız içilen kahve, yalnız dinlenen müzik, yalnız alınan nefes bile anlamsızdı onun için. insana bağımlıydı o. insana ve onaylanmaya. o yüzden kaçardı çatışmaktan, başkalarıyla fikir ayrılığına girmekten. hemen hiçbir konuda kendi fikri, kendi yargıları yoktu aslında. birileri ona ilgi göstersin, onu kabul etsin, kedi gibi okşasın sevsin diyeydi tüm çabası. varlığı buna bağlıydı. bilmediğiyse kendine ait olmayan bu hayatın yeryüzündeki varlığını silikleştirdiği, var olduğunu sanırken sadece başkalarının gölgesi olduğuydu.

17 Ekim 2012 Çarşamba

sessiz

müzik dinlemek de bir yere kadar.insanın canı sıkılıyor, iki insanla muhabbet etmek istiyor. çok sıkılıyorum artık ben bu işten ya, daha interaktif bir iş istiyorum. sadece öğle tatilinde yapılan iki muhabbetle gün geçmiyor, geçemez. insansızlıktan içim kurudu. sabahtan beri günlerdir ertelediğim bir işe yoğunlaştığımdan masamdan da çok az kalktım, belim ağrıyor. çok sıkılıyorum ben artık ya, neden tünelin sonunda ışık görülmüyor. biliyorum başka yere gidince de konuşmaktan çok yoruldum, insanlara laf anlatmaktan başım şişti diyeceğim, ama böyle de konuşmayı unuttum. insanoğlu işte hep şikayet edecek bir şeyler buluyor. sabah yalnızlık senfonisiyle başladığım güne adele'le devam ettim. sabahtan beri adele dinliyorum 21 albümünü baştan sona 5 kez dinledim herhalde. tamam çalışırken çok gaza getirdi beni, hayli yol aldım.adele hanfendiye teşekkürü bir borç bilirim. insan sesini bu kadar mı özler insan. tecrit altında mahkum gibiyim. önümde bir taş konuşmadan, kimseyi görmeden sadece o taşa odaklanmalıyım. gün içinde sadece öğle tatilinde bir tane sigara içtim. çok da tasarrufluyum, günde bir sigara beni keser. oğlumun yanında da içmeyeceğime göre bu sigara beni öldürmez. şimdi telefonum çalsa sesim çıkmayabilir, evet tam 3,5 saattir sesli olarak cümle kurmuşluğum yok.

yeni başlangıçlara

yıllar önce ingilizce derslerinden birinde "chain smoker" diye bir tamlama öğrenmiştim tıpkı "traffic jam" gibi nedense çok hoşuma gitmiş olacak ki hiç aklımdan çıkmaz. o zaman öğretmen anlatırken sigaranın birini söndürüp birini yakan yani zincir gibi ardarda ekleyen şeklinde yapmıştı tanımlamasını. işte ben 10 yılıdr bir chain smokerla evliyim. geçen gün düşündüm de ben nasılsa ciddi bir pasif içici olarak dumana maruz kalıyorum.ayrıca kendim içmediğim için kokusundan da çok rahatsız oluyorum. hatta sabahları eşim benden önce uyanırsa gözünü açar açmaz ilk işi sigara yakmak olduğu için sabah sigara dumanıyla uyanıp, mide bulantısı çekiyorum. en iyisi dedim ben de sigaraya başlayayım. bildiğin içici olayım.bu fikrimi eşime de açtım, hani şu çikolata kokulu sigaralardan içeyim en iyisi dedim, sigara aldığın yerlerde bulursan bana da al şeklinde şakayla karışık kinayeli bir tavır takındım. bugün sabah baktım arabada istediğim sigaradan var. ne sigarası sen sigaraya falan başlama, ben biraz azaltmaya çalışayım demiyor da bana sigara almış, canım benim bir dediğimi de iki etmez. madem öyle ben de bugün itibarıyla sigaraya başladım, bu da böyle biline. düşündüm de belki böylece abur cubur yemem de azalır. herkes gider mersin'e ben giderim tersine.

16 Ekim 2012 Salı

ezik miyim neyim?

her gün şiirlerden fal tutuyorum kendime, mutlaka bir şiir okuyarak başlamaya çalışıyorum güne. bugünde bu şiir çıktı şansıma. ilk kez okuyorum. murathan munganı'ı çok severim. bence çok zeki bir insan ve zeka benim bir insanı beğenmemdeki en önemli etken. ama bu şiirden hiçbir şey anlamadım ben. zeka olarka aynı kulvarda değiliz galiba, kendimi ezik hissediyorum. :(

parmak uçlarımızda gezindiğimiz tenimizin
kaçıncı yazmasına bir erkekle başladık
kıyılar eğirdik gözlerimizden yağmurlu ezik
bir boğayla uyandırılmış sabahları gençliğimizin
belleğimizde dağılan trenlere dalardık
koynumuzda akşam saklamaları
ve zaman çizgileriyle yitik
kaçıncı volkanıdır bu munis şehvetimizin
ki güz yontan bir rüzgardan artakalmış tutanakları

15 Ekim 2012 Pazartesi

aylak kız

aylaklık yapmak istiyorum. boş boş yürümek, attığım her adımda aldığım nefesi takip etmek. yürümekten yorulduğumda bir çay bahçesine oturup bir şeyler okumak, çantamdaki defteri çıkarıp notlar almak.etrafımdaki insanları izlemek, hayatları hakkında, o anda neden orda olduklarına dair varsayımlarda bulunmak istiyorum. tophaneden çıkıp, muradiye'ye geçmek, eski evler arasında yaşanmışlıkların izlerini sürerek o evlerden birinde yaşadığımı hayal etmek, ordan atlayıp ilk gelen otobüse bilmediğim yerlerde gezmek istiyorum. sonra mudanya'ya gidip saatlerce denize bakmak, hiç konuşmadan dünyanın anlattıklarını dinlemek istiyorum. martılara, karabataklara, küçük tekneleriyle geçen balıkçılara ilişkin hikayeler yaratmak kafamda, gözlerimi ufka dikip göz bebeklerimi dinlendirmek istiyorum. ordan kendimi kültürpark'a vurup ayaklarımın altında hışırdayan yapraklarla bir çınar gölgesinde uzanıp gökyüzüne bakmak istiyorum. sonbaharın ılık ılık içime akmasını istiyorum.

binalar içinde olmak istemiyorum. ne şu anda işyerinde ne de akşam evde olmak istemiyorum. sokaklarda olmak, sokakta akan hayata dahil olmak istiyorum. koşturmaktan, bir yerlere, bir şeylere yetişmeye çalışmaktan, geç kaldıklarıma üzülmekten yoruldum. aylaklık yapmak istiyorum. boş şeylere kafa yorup boş işlerle uğraşmak, bir kahvehanede nargile içip geleni geçeni seyretmek istiyorum.bunu böyle günlerce hiç sıkılmadan yapabilirim gibi geliyor. sonbahar böyle çarpar mı insanı?

12 Ekim 2012 Cuma

karmakarışık

bir başkasının duygularından ne kadar sorumluyuz? yani o duyguları hissetme nedeni biz miyiz? düşünüyorum da (psikoloğum olsaydı, düşünme hisset derdi) ben öfke hissediyorsam mesela bu öfkenin sorumlusu karşımdaki kişi midir? yoksa benim o ana verdiğim anlam mı öfkemi oluşturan? kimi sevip sevmediğimize nasıl karar veririz? ya da kimi sevip sevmediğimizi nasıl hissederiz? sevgi düz bir çizgi midir mesela, yoksa dalgalı bir frekansta giden düz bir hat mı? ya da zamanla yükselip, belli bir noktadan sonra düşüşe geçip en sonunda sıfır noktasında son bulan bir duygu mu? peki insanların hislerini belirleme şansımız var mı? bunlar geçiyor tüm gün aklımdan, sonra bir an duruyor ve kendime dışardan bakıyorum. ben bir başkasının ne hissedeceğini nasıl belirleyebilirim ya da hissettiği bir şeyi hissetmemesini nasıl sağlayabilirim? o kadar güçlü olan kim var ki?

doğrular, yanlışlar var hayatta. toplum tarafından belirlenen ve bir süre sonra bizim de kendi doğrularımız sandığımız. farkettikçe hangisi bizim doğrularımız, hangisi toplum tarafından bize öğretilen doğrular olduğunu anlayamadığımız için boyun eğip hepsini kabullendiğimiz, zaman zamansa isyan ettiğimiz doğrular.

kendimize ilişkin tanımlamalarımız var. tanımladıkça kendimizi sınırladığımız. peki tanımlama yapmazsak neyi sevip neyi sevmediğimizi nasıl bileceğiz? nasıl bileceğiz ki ne istediğimize karar vereceğiz?

hayatta yürüdüğümüz yol bize doğru bil yolmuş gibi sunulsa da çevremizde bizi rahatsız eden, oraya ait olmadığınız hissini veren şeyler varsa, bu hissettiğimiz bir şey mi yoksa düşüncelerimizin bize oynadığı bir oyun mu nasıl bileceğiz?

hissetmekten önce düşünüyorum çoğu zaman. sonrasında hissettiğim duygularsa genelde öfke, utanç, suçluluk gibi kötü duygular oluyor. içimde bir ses hayatında bir şeyler yanlış diyor, ama ses beynimden mi kalbimden mi geliyor anlayamadığım için oralı olmuyorum. bazen o kadar çok bağırıyor ki kulaklarım sağır oluyor, acı veriyor.

10 Ekim 2012 Çarşamba

yalnızlık

yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle

atilla ilhan

9 Ekim 2012 Salı

bu ne biçim hayat

Bu ne biçim Postacı
Üç defa çalıyor kapıyı
Bu ne biçim kel
Hem merhemi var
Hem sürmüyor başına
Bu ne biçim biçimler
İstediğiniz kadar çoğaltılabilir
Memleket çok müsait buna
Örneğin yeni bir komşu taşındı karşıya
Bir baktım Fahriye Abla!
Kırk yıllık bir rötar yapmış
Erzincan Treni
Ben gelmişim şu yaşıma
O ise şiirdeki yaşından gün almamış daha
Benimki ne biçim hayat
Uymuyor ne gördüklerime
ne duyduklarıma
ne okuduklarıma
Ben ne biçim benim
Ne kendime benziyorum
Ne başkalarına

Murathan Mungan

8 Ekim 2012 Pazartesi

ruhum hasta benim

klasik manyak griplerimden birini yaşıyorum. insan hasta oldu mu daha bir hassaslaşıyor. içilen adaçayı, ıhlamur gibi sıcak bitki çayları boğazımızla birlikte yüreğimizi de yumuşatıyor bilmem, ben hasta oldum mu çok da ağlamalı bir insana dönüşüyorum. aslında düşünüyorum da sıkıntılı dönemlerde daha kolay hasta oluyorum. bağışıklık sisteminin bir çeşit oyunu olsa gerek. aslında şöyle birkaç gün daha evde kalsam belki daha çabuk iyileşirim, ama iş bizi bekliyor değil mi? bu aralar işle de dünyayla da kavgalıyım, galiba o yüzden hastayım. cumartesi günü hasta ve perişan bir halde evde yatarken eşim oğlumu da alıp gezmeye gitti. evde bir başıma kalakaldım. ne arayan var ne soran. öyle zoruma gitti ki anlatamam. biraz uyuyayım diye yattım, sonra bir uyandım ateşim çıkmış, duşa girdim biraz ferahlarım diye. su kafamdan aktıkça sanki benim de musluklarım açıldı ve böğüre böğüre ağladım. ne kadar o durumda banyoda kaldım bilmiyorum. küçük çaplı bir sinir boşalması yaşadım. hayat hiç adil değil onu bir kez daha anladım. hepimiz yalnız öleceğiz onu bir kez daha hatırladım. dengesiz, bencil, tahammülü zor br insanım.hastayken bile yapayalnız evde bırakılıyorum.

mahallenin delisi

annemin teyzesinin bir oğlu var. köy yeri tam rahatsızlığı nedir, tedavisi için hiç çalışıldı mı bilmiyorum, ama hani mahallenin delisi denenlerden.allah'tan annemin teyzesi hala hayatta da oğlunu topluyor,çekip çeviriyor. hani mahallenin delisi gibi perperişan gezmiyor garibim. evlendiğimden beri memlekete daha az gittiğim için uzun yıllardır görmedim kendisini. ama genç kızken çok sık giderdik ve büyük teyze annemi ve bizi görmeye gelirken onu da getirirdi. beni görünce çok sevinirdi, gözlerindeki ışıltıdan anlardım. gelir yanıma oturur kendi çapında sohbet etmeye çalışırdı. sanırım bana aşıktı. :))

eski çalıştığım işyerine de sık sık gelen bir mahalle delisi vardı. adı fatoş. fatoş da beni çok severdi, yolda yürürken bile küfreden, bağıran fatoş beni gördü mü sırtımı sıvazlardı.

şimdi bunları niye yazdım.yazdım işte. yaşam alanları izole oldukça mahallemizin delisi kavramı da ortadan kalkacak ve galiba evlerde daha çok insan çıldıracak.

1 Ekim 2012 Pazartesi

yarın yaparım

ajandama beğendiğim bir şiiri yazarken farkediyorum ki ekim ayının ilk günündeyiz.3 aylık kısa bir zaman kaldı ajandanın bitmesine. oysa bu yılki metis ajandasını çok sevmiştim. hatta her yıl alıp hiç kullanmadığım metis ajandalarımdan olmasın diye aklıma geldikçe içine notlar almıştım. "olmayan kelimeler" çok beğendiğim bir ajanda oldu. zaman ne çabuk geçiyor. 2012 yılı sanki daha dün başlamış gibiyken aralık ayına kısa bir aralık kaldı. günler gelip geçiyor, hayatın hayhuylarıyla. kendime küçük eğlenceler yaratmaya çalışıyorum. mesela google'da bir şey ararken hep "kendimi şanslı hissediyorum" a basıyorum. sonra aradığım sayfa çıkarsa seviniyorum falan. gereksiz, beceriksiz, olmasa da olur bir insan gibi hissediyorum bazen. balkonda çamaşır asarken bazen hani başım dönse aşağı düşüp ölsem ne değişir dünyada diyorum. varlık ve yokluk. hayatında önemli olduğum bir tek oğlum var diye düşünüyorum. o bile bensiz olsa yine de yaşamına devam eder. belki eksik, belki fazla. ölenlerimizin ardından içimiz yanmadı mı, ağıtlar yakmadık mı, bazen nefesimiz kesildi, ağlamaktan katıldık. sonra yaşamaya devam ettik. hiç kimse ve hiçbir şey vazgeçilmez değil. bunu bilerek yaşamak ve halen kendini önemli bir varlık gibi hissetmek biraz garip. olmayan kelimeler ajandası hissettiğim bu duyguya nasıl bir tanımlama getirirdi acaba? hissettiğimiz tüm duyguların bir ismi yok düşünürsek. mesela ben şu an mutsuz değilim, umutsuz değilim, kırgın değilim, değişik bir duygu halindeyim. türkçe'de ismi olmayan.
uçmak isteyip de uçamayan ve bir günlük ömrü olduğunu bilmeden amaan yarın uçarım diyen bir kelebek gibi.

25 Eylül 2012 Salı

duydum duymaz olaydım

çok üzgünüm.

önce müşfik kenter, şimdi de neşet ertaş.

çok sevdiğim, sanatına değer verdiğim insanlar birer birer gidiyor. onlar gittikçe dünyaya verdikleri naiflik azaldıkça insanlar daha bir acımasız, daha duyarsız olacak gibi geliyor.

türküler öksüz kaldı.

hani diyor insan, biraz daha ömrü olsaydı başka hangi güzel türküler çıkardı elinden, yüreğinden.

gönül dağımız boran oldu. allah rahmet eylesin büyük usta.

20 Eylül 2012 Perşembe

durum raporu

evet sevgili arkadaşlar bugün itibarıyla görüyorum ki blogger yeni arayüzüne geçmiş. yenilikleri severim,ama ihtiyaç varsa ve yeni olan eskiye göre bazı şeyleri kolaylaştırıyorsa. şimdilik gördüğüm kadarıyla kolaylaşan pek bir şey. mesela nerden fotoğraf ekleneceğini henüz keşfedemedim. kendime tez zamanda bir bilgisayar alıp evde kullanımıma sunmam lazım.zira evdeki bilgisayarlarda bana sıra gelmiyor. koca bey sürekli facebook'ta candy crush oynuyor. hatta bugün sabah hazırlanıp mutfağa gittiğimde gördüm ki kahvesini içerken kendisi oyun oynamakta.o kısacık 15 dk'da bile oyun oynama ihtiyacı hissetmiş. diğer bilgisayarda pofuduğun yönetiminde olduğundan bana pek zaman kalmıyor. çünkü ben de sadece pofuduk bilgisayarda oyun oynarken nete girmeyi uygun buluyorum.

işte, evde pek yoğunum bugünlerde. işyerinde süper birşeyler oldum, sevdin mi dersen sevmedim. yeni geldiğim yerde sabah kahvesi yok. kahve yasak deme buz gibi soğurum senden şeklindeyim. ben ki işyeri fincanlarını beğenmeyip evden özel fincan getiren insanım ve şimdi sabah kahvesi yok diyorlar. tabi yeni ortamda bunalmamın tek nedeni kahve değil, ama nasıl 1. dünya savaşının ana sebebi ve görünen sebebi farklıysa içinde bulunduğum durumu sevmememin ana sebebi bende saklıyken görünen sebebi kahve olmaması ve ortamın çok kalabalık olması. nerde çokluk orda b. demişler ya aynen öyle. butik işyerlerini seviyorum ben onu birkez daha anladım.

pofuduk okula başladı, daha ilk günden ödevlere başladık. yeni okul dönemi tüm velilere hayırlı uğurlu olsun. ihtiyaç listemizde matbu kitap özeti defteri diye bir şey var. henüz kendisini temin edebilmiş değiliz. nasıl bir şey bilen var mı? 4 tane kırtasiye gezdim hiç biri bilmiyor. okulun ordaki kırtasiyede varmış, ama henüz oraya da ben gidemedim.

evde de keyifler iyi değil bugünlerde. çok çalışmam lazım çooook. çok çalışıp bu şehri terketmem lazım. seneye yükselme sınavlarına gireceğim.oğlumla konuştuk deniz kenarı bir yer olursa gidermiş. ben de düşündüm ayvalık olur, izmit olur, çanakkale olur hani marmara bölgesinde deniz kenarı tüm il ve ilçeler olabilir diye düşündüm. istanbul hariç tabi. daha ufak bir yer tercihim. allah biliyor ya gönlümden çılgınca ayvalık geçiyor.

çok bunaldım bugünlerde evde boş kaldıkça kitap okuyup zihnimi dağıtmak istiyorum. serçe diye bir kitaba başladım. kitapta şok edici sayfalar var. kitap 1997 yılında amerikalı bir yazar tarafından yazılmış. kitabın 69. sayfasında 2019 yılı için "2. kürt savaşından sonra istanbul harabeye dönmüştü" şeklinde bir cümle var. kitap gelecekte geçiyor. bir ara vakit ve bilgisayar bulursam hakkında daha detaylı yazacağım. ama bu satırlar bile abd'nin ülkemiz üzerindeki planlarına ilişkin bir öngörü bence.

bir hafta sonu tatiline ihtiyacım var. en azından bu hafta sonu misi'deki şenliğe gidebilsem biraz iyi gelecek. çılgınca içip, eğlenmek istiyorum. komik, dalgacı, hayalci dost sohbetlerine ihtiyacım var.

18 Eylül 2012 Salı

karda açan gül



"Anne, ne zaman bahar gelecek?
Kış gelsin de öyle, yavrum."

kış gelmeden bahar gelmiyor biliyorum. bazen kışlar çok uzun sürüyor, işte bunu kabullenmek istemiyorum. kış o kadar uzun sürüyor ki bazen insan baharın geldiğini anlamıyor. beden karlar altında donuyor, kalp artık atmaz oluyor. bahar gelse de karlar erimiyor. uzun, sessiz geceler bitmek bilmiyor. gün geceye dönüyor.

"Bu gül birşeyin anısı olacak ama neydi unuttum
Kimbilir belki de sabah sabah yeniden açan umudun"



umudunu yitirme diyor güller perisi, güller solsa bile baharda yeniden çiçek açar. eğer hiç solmasaydı güller, yeniden açacakları günü beklemenin heyecanını da yaşamayacaktın.



anlamsız gözlerle bakıyorum güller perisine. "heyecan mı? o da ne?"



not:şiirler can baba'dan

12 Eylül 2012 Çarşamba

bakalım daha ne kadar saçmalık olacak

hayat bazen üstüne üstüne geliyor insanın. sabrım mı sınanıyor acaba diye düşünüyor insan. işle ilgili olarak hiç sevmediğim saçma sapan bir sürecin içindeyim. mükemmelliyetçi zihniyetim başladığım işlerin olması gereken şekilde sonuçlanmayacağı kaygısıyla beynimi yiyip duruyor. bugün bakarsan aslında yoğun çalıştım. ama elle tutulur hiç bir sonuca ulaşmadığı için görünürde yaptığım hiç bir şey yok.

haftaya okullar açılıyor. okulların açılıyor olmasından mı nedir benim hassas oğlumun gözünde arpacık gibi bir kızarıklık oluşmuş. bugün evdekilere çayla pansuman yapmalarını söyledim. eğer azalmamışsa yarın doktora götüreceğim. geçen yılki okul kıyafetlerini denedik hiç biri olmuyor. büyümüş benim bıdık sevinsem mi yoksa tekrar kıyafet masrafına üzülsem mi bilemedim. okul kıyafetleri de almaya mecbur olduğu için çok pahalı satılıyor. her yıl okullar açılacağı dönem piyasada artan kırtasiye malzemeleri yüzünden ayrı bir mutlulukla dolardı yüreğim, bu yıl işyerindeki bu değişiklikler nedeniyle heyecan falan yok.

bugün iş çıkışı arkadaşla lemana gideceğiz. birer bira içip efkarlanalım. sonra eve giderim. ne işe ne eve sığamıyorum. ara sıra daldığım hayal alemi de olmasa hiç nefes alamayacağım. kulağımda deep purple-smoke on the water biraz gezdim geldim de nefes daralmam biraz düzeldi. öf ya allah herkese dirlik düzenlik versin, belirsizlikten korusun. öyle saçma sapan, boktan püsürükten ki yaşananlar tüm insanlardan nefret ediyorum bazen.

5 Eylül 2012 Çarşamba

küçücük, minicik, içi dolu turşucuk



5-6 tane bitter çikolatalı draje yedikten sonra içimin kıyıldığını hissedip gidip bir avuç antep fıstığı alıyorum. onları da bir çırpıda yiyip bitiriyorum. neyse ki ellerim küçük de bir avuç fıstık toplasan 7-8 tane ediyor. hep böyle yapıyorum. ne zaman kafam karışık olsa, işle ilgili çözemediğim sıkıntılar ya da belirsizlikler olsa elim hep abur cubura gidiyor. bugünlerde mesela canım çok çekirdek yemek istiyor. çıtır çıtır çiğdem yerken beyin sanki susuyor. zihin ve beden sadece çıtırtıya ve çekirdeğin damakta bıraktığı tuzlu tada odaklanıyor. hipnotize edici bir yönü var ay çekirdeğinin. yerken seni alıp güneşli bir günebakan tarlasına götürüyor, zihnin huzurla doluyor. tabak boşalıp diğer tabaktaki koca kabuk yığınını gördüğündeyse içini yoğun bir pişmanlık kaplıyor.



şu an gözlerim kapanıyor. hala iş yerindeyim. aslında işim bitti, ama birlikte yürüyerek eve gideceğim arkadaşımın işinin bitmesini bekliyorum. mesai 6'da bitmiyor mu? saat 7, ama hala iş devam ediyor. fazla mesai falan da yok. takım elbiseli köleler ordusu. nerede çalışacağınıza karar verme hakkınız bile yok. sizi alıyorlar hoop kendi istedikleri yere. orayı ister misin diye soran bile yok. sizin hakkınızda bir yerlerde birşeyler yapılıyor, kararlar alınıyor, en son haberi olan siz oluyorsunuz. bir yerlerde bazı insanlar bazı kararlar alıyor, çeşitli yollar çiziyor, eylem planları hazırlıyor ve biz küçük insanların onların çizdiği yolda yürümemize karar veriliyor. aslında düşününce pek de içerlemiyorum. ülkeler bile diğer güçlü ülkelerin çizdiği yolda yürümek zorundaysa benim gibi küçük bir insanın hayatı üzerinde söz hakkına sahip olma beklentisi taşıması biraz ironik. çok küçük, ufacık hissediyorum kendimi. "beni iç" yazan şişedeki şurubu içip küçücük olan alice bile bu kadar ufak hissetmemiştir kendini. hem alice'in harikalar diyarına girebilmesi için küçülmesi gerekiyordu zaten. ben de küçüldükçe küçülüyorum, gideceğim bir harikalar diyarı yok üstelik. göz yaşlarımda boğulmazsam iyidir.


bari bir dodo kuşum olsaydı.

31 Ağustos 2012 Cuma

hafta bitti artık değil mi?



Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki
Mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

Edip Cansever

Zor bir haftaydı, iyi ki bitti. Önümüzdeki hafta güzelliklerle gel oldu mu! :) İyi hafta sonları.

28 Ağustos 2012 Salı

bir harmanım bugün*



dün karmakarışık bir zihinle gittim eve. dünkü şikayetim sonrası doğa ananın bana gösterdiği şefkatle serinleyen havanın etkisiyle deliksiz bir uyku uyudum.sabah uyandığımda zihnim netleşir diye bekliyordum. boşuna beklemişim. kafamın içindeki zırıltı halen devam ediyor. işle ilgili uzun zamandır belirsizlikler yaşıyorduk.godot'yu bekler gibi beklediğimiz konular dün açıklandı. açıklandı ama hala belirsizlik devam ediyor. hayırlısı olsun diyoruz, ama hayırlısı mı olacak bilmiyorum. akışına bırak ve anı yaşa diye telkinlerde bulunuyorum kendime. sence becerebiliyor muyum? 4 yıldır kullandığım masamı toplayıp başka bir yere taşınacağım. çalışma ortamımı ev ortamım gibi kullandığım için masamın üzerindeki eşyaları toplamam gerek. gideceğim yerde bir masam olup olmayacağı bile belli değil. bir eşiğin önündeyim, gideceğim yer belki de işimle ilgili ciddi kararlar vermeme neden olacak. üç haftalık tatil sonrası sandaletleri, şortu çıkarıp topuklu ayakkabıya dönmek öyle zor geldi ki neden istediğim gibi giyinebildiğim bir işim yok diye hayıflandım sabah sabah. dünya neden ye kürküm ye dünyası? oysa ben bir tişört bir eşofmanla işe gidebilmenin özlemini duyuyorum. evet kadınım, ama açıkçası giyinmek çoğu kez benim için örtünmek demek. insanların kıyafet üzerine bu kadar kafa yorması, bu eteğin üstüne bu bluz uyar diyerek alışveriş yapması çoğu kez bana saçma geliyor, basma entarileri seviyorum mesela ya da hint işi elbiseleri, üzerinde çizgi film karakterleri ya da komik yazılar olan tişörtleri de. giyinmek, sadece örtünmek demek benim için. kafam karışık işte...

işle ilgili bu sıkıntıların üstüne bir de evimi boyatacağım. tek başıma üstesinden gelebilirim umarım. anneme bana yardıma gel dedim. tarhana yapacağım, salça yapacağım çok işim var gelemem dedi. yardıma gelmek isteyen olursa iş bitiminde kendisine kısır yapacağıma söz veriyorum. yanına da bergamutlu bir çay koyarım, üstüne de dondurma ikram ederim.


* fikret kızılok'un bir harmanım bu akşam şarkısı var hep aklımda

27 Ağustos 2012 Pazartesi

ve tatil biter...



kaynar havalar ben size tatilim bitti artık bursa'ya dönüyorum bir zahmet bursa'yı terkedin demedim mi?neden benim söz dinlenmiyor? neydi o dünkü kavurucu sıcak. memlekette köyde pencereler kapalıyken pikeyle yatmaya alışmış bünyeye yapılır mı bu?beden bu, can, tabi ki şaşırdı garibim kısa süreli şoka girdi. cumartesi günü 1 ayın toplam tozunu temizlemek için ev temizliğine giriştiğimden kovalar dolusu attığım teri yaptığım temizlikten sanmıştım, halbuki güneş çıkmış yine ter ter tepiniyormuş tepemizde.



ilgili mercilere gerekli şikayetleri yaptıktan sonra gelelim efendim hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ama görüldüğü üzere hemencik bitiveren üç haftalık teknolojiden uzak, bol gezmeli, dinlenmeli tatilimize. efendim bu sene tatile genç, çıtır, yakışıklı bir delikanlıyla çıkmaya karar verdim. ayağını vurduğu için doğru düzgün yürüyememesine karşın sırf erkeksi gösteriyor diye parmak arası terlik giymeye başlayan, ben yoruluyorum diye içinde plaj havluları olan çantayı taşımakta ısrar eden, yürürken belime sarılıp yürüyen, zeytin gözlü, gül yüzlü bir delikanlıydı tatil arkadaşım.



çeşme'deki başbaşa tatilimiz bitince soluğu köyde aldık. annemin yıllardır hayal ettiği ve sonunda kavuştuğu evinde neredeyse 10 gün boyunca yattık yuvarlandık. annem yufka yapmış, bol bol yufka yedim. incirin dibine vurdum. börülce ekşilemesine doyduk. hem bayram hem de bayramdaki bir düğün sayesinde yıllardır görmediğim akrabaları gördüm. sohbet, muhabbet derken geçip gitti tatil ve döndüm yine evime.

ben geldim bursa. ben seni pek özlememiştim ama sen beni özlemiş olacaksın ki geri çağırdın. hadi yaşayalım o zaman!

10 Ağustos 2012 Cuma

tatildeyim

sonunda tüm yıl beklenen zaman geldi.oğlumla birlikte tatildeyiz. salı günü izne çıktım ve soluğu izmir'e gelen otobüste aldım. yolculuk pek iyi geçmedi. neden bilmem eskiden beni hiç otobüs tutmazken otobüsler tv'li olduğundan beri otobüs beni tutar oldu. boyun ağrısı, mide bulantısıyla geçirdim yolculuğu. bıdığın dokunmatik ekranda angry birds oynamaktan parmağı acıdı, çok güzel filmler olmasına rağmen tv izleyince otobüs daha da çok tuttuğu için gözlerim kapalı geldim onca yolu.oğlum da haklı olarak sıkıldı tabi ki.

ertesi gün için nihan'la sözleşmiştik.oğlumla birlikte ev gezmesine gittik nihan'a. açıkçası biraz endişeli gittim.çünkü benim inatçı ve ters bıdığı gitmeye zar zor ikna ettim.orda da bana terslenecek, mızmızlanacak diye korkuyordum. ama nihan'ın şeker oğlu, tam bir şeker olduğu için benim acı kahve oğlumun bile tadını yerine getirdi. bizim sohbet koyulaştıkça oğlanlara da gün doğdu, saatlerce bilgisayar oynadılar. yedik (hatta ben biraz fazla yedim, herşey çok güzel olmuştu, kendisi gibi eli de tatlı arkadaşımın), içtik, ordan burdan sohbet ettik, tam 5 saat oturmuşuz. oğlumla birlikte optimum outlet diye bir yer açılmış gaziemir tarafında oraya gidelim bari dedik. nihan dedi ki burdan trenle gidebilirsin.önce kulaklarıma inanamadım, karşıyaka'dan gaziemir'e tren mi var? evet inanamadım ama gerçekten varmış. karşıyaka'dan bindik ve 45 dk.lık konforlu bir tren yolculuğu sonrası avmnin tam önünde indik.işte ulaşım budur dedim içimden.bursa'da kısacık bir mesafe için bile bazen 2 hatta 3 araç değiştirmek gerekirken aliağa'dan cumaovasına tek araçla gidilebiliyor.bu bence muhteşem.

optimum avmyi de beğendik, güzel bir avm olmuş.hafta içi olmasına rağmen bir hayli kalabalıktı, hafta sonu halini düşünemiyorum bile. kendime en alt kattaki spor mağazasından ufak bir sırt çantası aldım. nedense çantalarım hep çok ağır olduğu için artık çanta yüzünden omuz ve boyun ağrısı çekmekten yoruldum. tatilde de insan çantasına ne varsa dolduruyor. avmnin içinde buz pateni pisti varmış bıdık görünce tabanları poposuna vurdu,o pistte kayarken biz de kardeşim ve eşiyle birlikte reyhan'da çay içtik. nihan'da o kadar çok kahve çay içmişim ve yemişim ki canım hiçbir şey istemedi. sabah 12'de çıktığım eve akşam 11 gibi döndük.

hemen daha ufak bir bavula deniz malzemelerini ve birkaç kıyafeti koydum ve perşembe günü oğlumla birlikte çeşme'ye geldik. kaldığımız otel tam bir hayal kırıklığı, ama neyse ki sadece yatmaya gidiyoruz. pazar günü izmir'e geri döneceğiz. pazartesi günü de kemeraltı'na gitmek istiyorum. izmir'e gelip de kızlarağasında kahve içmeden dönmek olmaz değil mi? salı ya da çarşamda da denizli'ye köye annemlerin yanına gideceğiz. çeşme'deki günlerimiz güzel geçer umarım. deniz işi biraz yorucu oluyor, ama yılda birkaç gün deniz şart. bedenimizin suya ihtiyacı var. sonrası köyde yatmaca.şimdi ben oğluşu internet kafede bırakıp sahile kitap okumaya gidiyorum. yaşasın tatiiiiil. :)))

3 Ağustos 2012 Cuma

sefa sür




Sefa Sür

Geçmiş günü beyhude yere yâd etme,

Bir gelmemiş an için de feryat etme

Geçmiş gelecek masal bunlar hep

Eğlenmene bak ömrünü berbat etme.



Niceleri geldi, neler istediler,

Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.

Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?

O gidenler de hep senin gibiydiler.


Dünyada ne var, kendine dert eyleyecek,

Bir gün gelecek ki can bedenden gidecek,

Zümrüt çayır üstünde, sefa sür iki gün...

Zira senin üstünde de otlar bitecek

Ömer Hayyam

1 Ağustos 2012 Çarşamba

ben uyanığım da galiba uykuda olan çok



bu aralar çok sık rüya görür oldum. geceleri uyur uyanıklık arası bir süreç yaşadığım için olsa gerek. sıcaklar beni bitirdi, bir de üstüne sabah işe gidecekleri düşünmeden sahura kadar balkonlarda çay içip okey oynayan mahalleli ile tam onlar yattıktan ve sokaklar çay kaşığı şıkırtısı, okey taşı gürültüsü ve çocuk ağlamasından arınmışken sahneye çıkan; makam yoksunu, kafama tokmakla vurur gibi davul çalan, ancak ne hikmetse para toplamaya geldiğinde makamlıca davul çalıp, maniler okuyan riyakar ve bu ülkedeki pek çok kişi gibi işinin hakkını vermeyen, aldığı parayı haketmeyen ramazan davulcusu eklenince benim uyku yalan oluyor.



aradada görülen ama sabah az bir kısmı hatırlanan hummalı rüyalar. geçen gece rüyamda masadaki kakaolu kurabiyelerin mis kokusunu içime çekip çekip tam yemeye karar verip bir tanesini ağzıma attım, o güzel yumuşacık kurabiye ağzımda dağılıp, tüm rahiyasını ağzıma bırakırken birden bir kadın kahkahasıyla uyandım.burnumda hala o güzel koku, damağımda o baştan çıkaran tat varken dudaklarımda bir gülümseme belirmişti ki davulcu tokmağını kafama kafam indirip beni tekrar gerçek dünyayla buluşturdu. kendisinden o kadar bezdim ki bir gece balkondan çıkıp kardeşim ya şu davulu adam gibi çal ya da yapma bu işi diye bağırmak geçiyor içimden. bu fikrimi evdekilere de söyledim şakayla karışık. dün akşam yemek hazırlarken kayınpederim usulca yanaşıp "aman kızım sakın davulcuya falan birşey deme,bak malatya'da olanlara." dedi. işte bu ülke bu hale geldi.


kimse düşüncelerini özgürce söyleyemez, eğer onlardan değilsen, onlar gibi düşünmüyorsan konuşma, eleştirme hakkın yok. eleştirirsen evin taşlanır, yakılır. yanlışlıkları görüp,dile getirmezsek nasıl düzelecek? "salla başı, al maaşı" gibi özlü sözleriyle ünlü canııım ülkem nasıl kalkınacak? kabahatin çoğu senin be canım kardeşim der, sürçü lisan ettiysem affola deyip sahneden ayrılırım. nasılsa hepimizden ülkede oynanan gölge oyununun kahramanı olmamız isteniyor.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

değil efendi'nin renk ve ve korku meselleri


renkleri görmemek nasıl olurdu diye düşünüyorum.

denizin mavi olduğunu, çınarın o güzel yapraklarının yeşil olduğunu bilmemek. çileğin o güzel rengini bilmesek çilek dudaklı dermiydik sevgiliye? sadece beyaz olsa, beyazın olmadığı yerde de siyah.

saman sarısı diye bir renk hiç olmamış olsa mesela. erik yeşilini, şeftali rengini, leylak rengini hiç bilmesen. leylak rengi dendiğinde leylağın kokusu gelir mi burnuna ya da vişne rengi dendiğinde şöyle kıvamında bir vişne reçeli çeker mi canın? en kötüsü de herkes renkleri görürken senin görmemen olurdu herhalde.

değil efendi'nin anlattığı meselde işte tam da böyle bir kahraman var. renkleri göremeyen bir şair. ülkemizdeki pek çok sanatçı, düşünce adamı gibi bir kaçak. polisten kaçarken kendini ığdır'da bulan bir şair. masalsı bir mekanda renkleri göremeyen şairimiz renklerle konuşan nuh'la karşılaşır ve nuh'un yaptığı bir resme bakarken birden resimdeki nesneler renge bürünür.

ığdır'da geceleri insanlara saldıran bir vampir, paranayok bir polis...

şair korkmaktadır. hayır, hayır...ne vampirden ne de polisten. en büyük korkusu yıllar sonra tekrar bulduğu renkleri kaybetmektir.

"korkmamak öğrenilebilir miydi? herhangi bir şeyi hissetmemek öğrenilebilir miydi?"

"kaybedeceklerimiz nispetinde korkuyoruz." diyordu kitapta. iskender sof da kaybedecekleri için korkuyordu. bazen tam sınırı geçerken vurulup ölmekten, ama en çok da renkleri tekrar kaybetmekten.

"bazı hayatların ne kadar pürüzsüz, su gibi akıp gittiğini düşündü. sıkıntısız, kedersiz, doğdukları evde ölen, basit gönül meselelerini hayatlarının en büyük derdi haline getiren insanları hayal etti. bir de kendi yaşadığı çalkantılı, engebeli hayatı düşündü."

karışıktı hayatı şairin. onu ele veren en güvendikleri, başta karısıydı. insan güvenini kaybederse yaşamak nasıl katlanılır olurdu.

kendi hayatımı düşündüm ben de. çok pürüzsüz değil belki, ama yine de düz bir hayatım var. basit, yarın ne olacağı çoğu zaman bilinen. iyi bir şey bu galiba!

Meğer ki insanlıkta dost hayatı yaşamışım geçerken
rengarenk bir nehirden
Şimdi ezberimde iki girişi olan binalar kaldı sadece
o muazzam şehirden

diyordu yüreğinde aldatılmanın ıstırabını taşıyan şair iskender sof.

"ıstırabı dindirmek için onu anlamak elzemdir. bir şeyi anlamak için onun tersine vakıf olmak şarttır. tersini bilmediğimiz hiçbir şeyi tam manasıyla anlama şansımız bulunmaz. kainatta ya Hiç vardır ya da Şey. Hiç ve Şey birbirinin tersi haldedir. birini tanımak için öbürünü bilmek şarttı!"

korkunun tersi cesaret miydi peki? hayır değildi tabiki cesaret korkuyla birlikte gelir. peki neydi korkunun tersi? henüz bilmiyorum.çünkü kitabı bitiremedim. güzel bir kitap elimde neden bu kadar süründü bilmiyorum. sıcaklar beni pek iyi etkilemiyor.klimalı ortamlar,ordan sıcak ortamlara geçiş,çok uykulu günler geçiriyorum. bakalım korkunun tersini öğrenebilecek miyim?kente korku salan vampir yakalanabilecek mi?iskender sof sınırı aşıp rusya'ya gidebilicek mi?nuh resim yapmaya devam edecek mi?değil efendi anlatacak ben okuyacağım.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

teknik olarak bardak her zaman dolu



Hintli bir yaşlı usta, çırağının herşeyden sürekli şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. “Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle “Acı” diye yanıt verdi.



Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.
Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
“Tadı nasıl?”“Ferahlatıcı” diye yanıt verdi genç çırak.“Tuzun tadını aldın mı?” diye soran yaşlı adamı, “Hayır” diye yanıtladı çırağı.


Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
“Yaşamdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey, acı veren şeyle ilgili duygularını genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."



küçük bir bardağım ben galiba, ufak şeyler canımı çok acıtıyor çoğu zaman.annemin bir lafı vardır," büyük domuz nereye giderse küçük domuz arkasından gidermiş" derdi, kardeşimle kavga ettiğimiz zamanlarda. benim ufaklık da annesi gibi şikayetçi, memnuniyetsiz bir çocuk oldu çıktı.

cuma günü öğleden sonra saat 3 gibi içime bir sıkıntı çöktü, hani olur ya eli ayağı kesilir insanın, hani kanı çekilir, öyle bir garip oldum. eşimi aradım telefonunu açmadı. saat 4.30 gibi tekrar aradım, hastanedeyim dedi, oğluşun alnı açılmış doktor muayene ediyormuş. hemen çıktım işten koştum hastaneye. gittiğimde doktor dikişi bitirmişti. yaz okulunda çocuğun biri elindeki masa tenisi raketini fırlatmış, o da gelmiş benim oğlanın alnını yarmış,üç dikiş atmışlar. yazık çocuğum çok korkmuş. alışkın değil öyle yaraya bereye. hep temkinli, dikkatli bir çocuk olduğu için öyle çok düşüp kalkması, yarası beresi olmaz çocuğumun. geçen hafta çocuğun biri gözüne yumruk atmıştı, bu hafta da bu olay olunca çok moralim bozuldu. tüm hafta sonu evdeydik. ama benim bıdık da bir memnuniyetsizlik, bir söylenme ki sorma gitsin. yaşlı huysuz dedeler gibi. ayy dedim ben bunu sünnet ettirince ne yapacağım.kime çekti bu böyle diye söylenerek bulaşık yıkarken birden farkettim.kime çekecek tabi ki bana. söylene söylene geldim bu yaşıma, oğlumu da kendime benzettim. meğer ben ne çekilmez bir insanmışım.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

erimiş beyin


sıcaktan beynim erimek üzere.günlerdir doğru düzgün uyumuyorum.gece uyanıyorum ki kan ter içinde kalmışım.kardeşim antalya'da yaşasam tamam diyeceğim nimetlerinden faydalanıyoruz sıcağına da amenna.ama burası bursa, bilmem anlatabiliyor muyum güneş ve nem kardeş.yapma,etme artık.çek git tepemizden.bak çok işim var,eşek olduğum için işte yine sırtıma ağır semerler vuruldu.ağustos başı izne çıkana kadar elimdeki işi yetiştirmem için fazla mesaiye kalmam gerekiyor. buz pateni sevdasına kapılan oğlum akşamları paten kaymaya gitmek istiyor.iyi de benim yemek yiyip ertesi günün yemeğini hazırlayıp mutfağı toplamam 10'u buluyor. bu kadar şeyi aynı anda nasıl yapacağım.güzel de kaymaya başladı kerata. hepimiz katerina vit'iz diye bağırıp tezahurat yapmak geliyor içimden o kayarken. tez zamanda ben de ders alıp bir hayalimi gerçekleştirmek istiyorum.

temmuz ve ağustos sizi sevmiyorum.babanızı da sevmezdim.dur bir dakika aklıma geldi ağustos sen geç.incirden dolayı seni affettim. incir de olmasa çok lüzumsuz bir aysın.ama temmuz sen hiçbir işe yaramazsın, bir sene de gelmesen ne olur ki. sabah duş alıyorum daha giyinirken sırtım terden sırılsıklam. su içmekten kilo aldım. ciddi söylüyorum,bak inanmıyor. geçen hafta 79 kiloydum. sıcaktan doğru düzgün yemek bile yediğim yok, varsa yoksa su.günde 5 litre falan içiyorum herhalde. bugün akşam tartıldım ne göreyim 80,9. yuh dedim, gözlerim yuvalarından fırladı.hem iştahımı kes, hem sauna etkisiyle beni kan ter içinde bırak hem de kilo aldır.bu nasıl iş temmuz? bir hesap ver sen bana...

zaten akşamları yemekti bulaşıktı derken ara öğünlerimi çoğu zaman yemiyorum bile.hani akşam yemeğinde de koca bir çanak buzlu cacık olsa başka da birşey istemez oldu bünye, bedenimin eriyip incelmesi gerekirken beynim eriyor, algılarım zayıflıyor.evde sıcak basıyor diye tv izlemiyorum, bilgisayarın yanından bile geçmiyorum. şimdi bu yazıyı yazarken tam omurlarımdan kalça kemiğime doğru bir ter çağlayanı akıyor(kıçımdan ter damlıyorun kibar söylenişi).o derece yani. kitap dersen elime almaz oldum. en son fransız kal ayvalık'ı okudum. o zaman havalar çöl sıcağına henüz erişmemişti.hey gidi hey heeeeyyy... sanırım temmuz başıydı değil efendi'nin renk ve korku meselleri kitabına başladım, kitap akıcı ve ilginç de aslında ama sıcak gözlerini alev alev yakarken kitap bile okunmuyor. olmuyoooorrr, olmuyooooor, güzel ilkbahar ve sonbahar yerin dolmuyor.

keşke hep sonbahar olsa, hayat bayram olsa.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

kibir



hata yapmamak için çaba harcadıkça daha çok hata yapıyor insan. neye odaklanıyorsan o geliyor başına. kusur ararsan kusur görüyorsun. yaratıcı bile tüm kusurlarıyla yaratılanı kabul edip onaylarken sen kusurlarını görüp yargılıyorsun. en çok da kendi kusurlarını görüyor, kendini yargılıyor insan. niye bu memnuniyetsizlik, niye bu affedememe?



hata yapa yapa öğrenmeyecek mi insan?hata yapmaktan niye bu kadar korkuyorum? ne istediğini bilmeyen insan kendi hayat oyununun başrolü yerine başkalarının oyununda figüran olmaya mahkum. ne istediğimi bilmiyorum?bilmiyorum çünkü istemekten korkuyorum. korkuyorum çünkü istediğim şeyin doğru ya da yanlış olması kaygısını taşıyorum. oysa ki susadıysam susamışımdır. acaba gerçekten susadım mı diye bedenimi sorgulamazken kafamdan geçen bir düşünceyi ya da hissettiğim bir duyguyu doğru mu yanlış mı diye niye bu kadar sorguluyorum. hata yapmamaya çalıştıkça daha çok hata yapıyorum. bataklıktan çıkmaya çalıştıkça çırpınıp daha çok bataklığa batmak gibi.



mevlana'nın bir sözü var:



'Yanlış ve doğru hakkındaki fikirlerimizin ötesinde bir alan var. Sizinle orada buluşacağım. Ruh, çimenlerin arasına uzandığında, dünyanın doğru-yanlış fikirlerinize ihtiyacı olmadığını göreceksiniz.'



tanrı bile bizi yargılamıyor, gelişmemiz ve olgunlaşmamız için hatalarımızdan öğrenme imkanları sunuyorken ben kim oluyorum da kendimi bu kadar yargılıyorum.seni yargılamayan bir tanrıyı kabul edebiliyorsan, sen başkalarını nasıl yargılayabilirsin?ne şişkin bir egom ne iflah olmaz bir kibrim var.


niye bunları düşünüyorum yine,


evlilik sorunları.


bir karar aşamasındayım.korkuyorum, kararsızım.

10 Temmuz 2012 Salı

bu sabah



Bu sabah uyandım
Sana ait eşyaları bir kutuya doldurdum
Ve senden kalan izleri akan suyla yıkadım
Bu sabah uyandım bu sabah senden ayrıldım

Bu sabah uyandım
Bana ait hayalleri bir yüreğe hapsettim
Ve benden kalan düşleri geçen zamana bıraktım
Bu sabah uyandım bu sabah yeniden başladım

Ne ilk ne son bu sabah
Ne çok öğrendi bu gönül ne ne çok söndü ne çok yandı
Her defasında kanatlandı bu son sandı ama aldandı
Boyun eğmedi bu gönül ne alıştı ne uslandı
Bu gönül uyandı bu sabah yeniden başladı

7 Temmuz 2012 Cumartesi

can sıkıntısı

öfffs sıkıntıdan içim şişti.sabahtan beri kahvaltı hazırla, topla,bulaşık makinesini boşalt, çamaşır yıka, onları as,öğle yemeği hazırla.ye, topla yıka faaliyetleriyle meşgulüm.hava sıcaklığı ve nem de cabası. az önce de biraz facebookta takıldım. tatil fotolarını gördükçe içim daha çok şişti. her yıl diyorum temmuz başı gibi izne çıkayım dayanamıyorum.sonra her yıl iznim ağustosu buluyor. şimdi önümde 1 koca ay var çalışılacak. bu bir ay içinde 4 kilo verme hedefim var, maalesef bugün haddimi öğle yemeğinde biraz aştım.akşama hafif bir salatayla falan dengelemeli.şu an canım çooook şiddetli bir şekilde tatlı istiyor. neyle geçiştirmeli bilemedim.

çilek kokularıyla oğlum yanıma geldi.tamam buldum vivident storming çilek aromalı sakız tatlı arzusunun bastırır. aslında biliyorum niye canım tatlı istiyor. canım sıkıldı.tatilde canım nerelere gitmek istiyor,ama param yok o yüzden memleket tatili yapacağım.neyse ben de bol bol kitap okurum diyorum,ama benim bıdık okumuyor. ona canım sıkılıyor. anneeeee canım çok sıkılıyor diye yanıma geliyor ben okurken.gel sen de kitap oku benimle diyorum.hayıııır diyerek kaçıyor. hep oyun oynayamam ki ben seninle. biraz da kendi kendini oyala diyorum, küsüp gidiyor. çok yanlış yetiştiriyoruz biz bu çocuğu.tek başına oyun oynamaz, tv, bilgisayar tek oyalayıcı şey. sokağa da çıkamıyor. neyse ki pazartesi günü yaz okuluna başlayacak.sonra da ben izne çıkacağım.

evet kendime bir netbook almaya ihtiyacım var.oğluşum yine geldi.oyun oynayacakmış.hadi ben kaçtım.

5 Temmuz 2012 Perşembe

keşke çikolata olsaydı



dün çok yorucu bir gün geçirdim.


sabah yataktan boyun ağrısından kaynaklanan bir baş ağrısıyla uyandım. kahvaltı sonrası bir kas gevşetici ve ağrı kesici içtim. nasıl da yoğun bir gündü, belime de bir ağrı peydahlandı keyfimi sorma gitsin. tüm gün akşam eve gidip tv karşısında uzanacağım diye hayal kurarak, kendimi motive ettim. eve gittim, bizimkiler akşam yemeği olarak kandil sebebiyle yaptıkları pişileri hüpletmiş. oğlum bir enerji dolu, hoplayıp zıplıyor. bitkin bir ses tonuyla,



-oğluşum bugün bisiklet binmeye gitmedin mi sen çok enerjiksin

-anne sanırım birisi bana hon-sha-ze-sho-nen yapıyor

- ne ne, ne yapıyor???

-yani birisi bana uzaktan enerji gönderiyor galiba. reiki mi ne, öyle bişiy...



anne gülmekten kopar.



-sen bunu nerden öğrendin?





bu gülme seasından sonra eve çıktım.canım hiç bir şey istemedi koca bir kase cacık yedim. tam uzandım, bıdık geldi. anne parka gitmiyor muyuz?



kafamın içinde "daaaank" diye bir ses. evet ya bir gün önce söz vermiştim. boynumu büktüm, gitmesek olmaz mı çok yorgunum dedim. hayır olmaz dedi. emir demiri keser dedim,şortumu giydim düştüm yola. parka giden yol boyu birlikte çekirdek çitleyip sohbet ettik.



yürürken birden durdu bıdık.


-anne çok komik bir hayal gördüm.

-ne gördün?

-şu beyaz arabanın bıyığı vardı.



yolda önümüzden kocaman böcekler geçerken durdu geçmiyor,


-annecim geç, birşey yapmaz.

-anne yanlış anlama korkmuyorum da bok böceği ya tiksiniyorum.

parkta 20 dk trambolinde zıpladıktan sonra yürüyerek tekrar eve döndük. ben yorgunluktan bitmiş bir halde koltuğa yığılıp home tv'de jamie'yi izlemeye başladım. o da yanımda bilgisayarda oyun oynuyor. jamie çin usulu noodle ve et pişirdi.



- anne canım çok noodle çekti.

- noodle'ımız yok annecim.



5 dk sonra



- öff anne ya canım çok et çekti



anne duymamazlıktan gelir.



-anne çikolata gibi birşey var mı?

-pingui var

-tamam olur.



pingui'yi yer, saat 12 olmuştur ve yatma saati gelmiştir.



- öff ya keşke çikolata olsaydı.

22 Haziran 2012 Cuma

bugün cuma





aldım, verdim, ben seni yendim,


hayatımın bir haftasını daha bitirdim.


yenilen ben miyim yoksa hayat mı bilemedim.


böyle böyle geçecek ömrüm.


bu hayatı seçen gerçek ben miyim?


aldığım her nefeste tükenirken hayat,


varmak istediğim neresi ki bu yerdeyim?


nbk

20 Haziran 2012 Çarşamba

sabah içlenmesi



oğlum kırk günlük olduktan sonra annem izmir'e döndü. ben ve oğlum tek başımıza kaldık. hayatında kucağına hiç bebek almamış ben, doğru düzgün emmek istemeyen, gaz bombası bir bebekle tek başıma kaldım. eşim sık sık seyahate gidiyordu ve ben günlerce hiç kapı dışarı çıkmadan, tek bir insan yüzü bile görmeden bebeğimle birlikte zaman geçiriyordum. işte o zamanlarda oğlum kucağımda bu şarkıda onunla vals yapardım. pencereden dışarıyı seyreder dışarda gördüklerimi ona anlatırdım. amelie yalnız günlerimdeki tek arkadaşımdı.

18 Haziran 2012 Pazartesi

domatese güzelleme

bir taraftan kuru eriğimi kemirip, ağzımda emerek içindeki tüm şekerli, ekşi tatları dilimde hissetmeye çalışırken bir taraftan da öğlen yediğim hellim salatanın aşırı tuzlu hellimleri yüzünden içtiğim bardaklar dolusu suyun midemde yarattığı şişkinliğe rağmen akşam yemekte ne var acaba diye düşünmek çok güzel. çünkü annem evde ve hafta sonu pazardan aldığımız semizotu, taze fasulye, bezelye veya pancardan birini pişireceğine eminim. yanına da bol sirkeli güzel bir çoban salata yaptık mı değmeyin keyfime. dünyada domatesten daha güzel bir yiyecek olabilir mi? yaz kış her mevsim domates. serası, tarlası, her çeşidi kabulümdür. rengiyle, kokusuyla, damakta bıraktığı tadıyla, her türlü yemeğin yanına yakışması, tek başına elma gibi ısırıp tüketilmesi ya da her türlü yemeğe garnitür olmasıyla, salatanın vazgeçilmez tadı, damak çatlatan domates, seviyorum seni...



domates sevdam yukardaki fotoyu görünce coştu. ne güzel bir fikir değil mi?hiç kuşkonmaz yemedim, ama kuşkonmaz yerine mesela araya semizotu koysak da fena olmaz diye düşündüm. iri pembe domateslerden çok güzel olur, araya da mozeralla yerine köy peyniri koyabiliriz ya da sert keçi peyniri. karnım tok da galiba gözüm aç. :))

15 Haziran 2012 Cuma

sabır, sabır, ya sabır!!!



hımmmm sakin olmalıyım, derin derin nefes alıp vermeliyim, hımmmm....


yoksa ahyaaaak diyerek dalacağım koca beyin beyninin ortasına elimdeki baltayla.


bu erkek milletine ne oluyor da kızın anne babası ziyareti gelince birden frankeştayna dönüşüyorlar.

pazar günü izmir'den annem geldi. oğluşun tatilinde birlikte vakit geçirmek istemiş. annem geldiğinden beri sevgili eşim yine bir triplerde,olmadık şeylerden bana gücü yettiğince bağırıyor, tüm akşam face'te takılıyor, ibrahim tatlıses'ten yıkılmışım ben falan paylaşıyor. kendi kendine takılıyor işte. hani utanmasa çay falan koyunca şekerini neden karıştırmadın diye çemkirecek.



az önce evi aradım, bugün gün içinde eve uğramış, kendi ailesiyle olan çocukluk fotoğraflarını büyütüp, çerçeveletip salona asmış. zaten anne babasını her gün görüyor, aynı binada oturuyoruz. yılın her günü bir aradayız. her akşam birlikte yemek yiyoruz , ailesini özleme gibi bir zamanı hiç olmadı ve 10 yıldır evliyiz. niye durup dururken fotoğraf asma ihtiyacı duydu meraktayım.



psikolojik olarak sorunları var, var ama ben anlamıyorum. havsalam almıyor diye bir laf derdi babaannem işte ondan.

en iyisi alttan alıp hır gür çıkarmamak. istediği kavga gürültü çıksın, huzursuzluk olsun, sen annenler gelince değişiyorsun, şımarıyorsun desin. onu yapabilmek için sınırlarımı sonuna kadar zorluyor. evet evet canımdan bezdiğim anlarda hayalimde baltalı ilahı yardıma çağırıp, kafasına baltasını indirdiğini hayal edeyim.oooo, bunu düşündüğüm çok iyi oldu. karikatür insan!

ben de sabır sabır çekerek, sınırlarımı mümkün olan en esnek hale getirmeliyim. hadi kızım kara kitap uyma deli kocana, gül geç, alttan al. akıllı olllll!!!






hadi hep beraber sabır, sabır, ya sabııııır! belki de akıllanır.

11 Haziran 2012 Pazartesi

çok şükür ben geldim blog

geçen hafta çok koşuşturmalı geçti.ne yaptın dersen aslında hiç.gezmeli tozmalı, eve girmemeli, iş çıkışları orda burda vakit geçirmeli bir haftaydı.insan evi özlüyor. tabi ki çok gezince de ev alıp başını gidiyor. otel gibi kullanıyoruz evi, tek farkı bizim kat görevlimiz olmadığı için, herşey darmadağın. misal bugün üzerime giydiğim kıyafet kalan son yazlık giyisim. çünkü hala yazlıkları çıkarmadım. bir de böyle bir ritüel var.yazlıkları çıkar, kışlıkları kaldır.giyilmeyeneleri verilmek üzere ayır. ben, keyfim ve kahyası yedi içti gezdi eğlendi. evde iş yaparken de ben, tepem ve tası olacağız. ne güzel hiç yalnız kalmıyorum. her yıl değişik bedenlerde olduğum ve bir sonraki yılda şu an mevcut bedenimde olmak istemediğim kıyafet meselesi benim evde tam bir kabus. bedenimi sevmeli ve ona iyi davranmalıyım. bu yıl kışlıkların çoğunu vereceğim.çünkü önümüzdeki kış kesinlikle 46-48 beden olmak gibi bir niyetim yok. 6 ayda 10 kilo bile versem kardır. çook işim var,çok. neyse ki dün annem geldi,kurtarıcı melek.tertipli, düzenli, çalışkan kadın. ben niye böyle dağınık ve ev işi sevmez oldum bilmem ki!





7 Haziran 2012 Perşembe

öfünüzzz...

bloggerın bu yeni arayüzü çok verimsiz çalışıyor. google chrome yükleyemeyenler ne yapsın blogcum,ha ne yapsın? eski ara yüze dönme şansım yoksa ben artık ayda bir zor uğrarım buralara.halbusem anlatacak çok şey var. ekleyecek bahçe fotoları var, ama fotoğraf eklemek ne mümkün.blogta stres atalım derken daha beter stres yükleniyor insan.

alacağın olsun sanal alem, şu kadarcık zevkimi çok gördün, eski arayüzü geri istiyorum.

29 Mayıs 2012 Salı

amiral

internetten film izlemeyi ya da filmi indirip bilgisayardan izlemeyi sevmiyorum, açıkçası etik olarak da pek uygun bulmuyorum. belirli bir ücret karşılığında indirip izleyebildiğimiz siteler vardır eminim, ama biz ailecek antiteknolojik bir yapıya sahip olduğumuz için film izleme konusunda hala vcd ve dvd yöntemini kullanıyoruz. sinema ve müzik sektörünün hayatta kalması için birileri dvd de satın almalı değil mi? :)) 57 ekran tüplü televizyonumuza ara kablolarla dvd oynatıcıyı bağlayıp filmimizi izliyoruz. genel olarak pek film izlemeye de fırsat olmuyor. çünkü oğluşumla vakit geçirmek için birlikte muhtelif çizgi film kanallarındaki çok sayıda çizgi filmden birini seyretmeyi tecih ediyoruz. bu çizgi filmleri bir ara yazmalıyım. :)) d&r'lardaki indirimli dvd stantlarını deşmeyi karı koca çok seviyoruz. sinemaları ve filmleri çok yakından takip etmediğimiz için hakkında hiç bilgi sahibi olmadığımız filmeleri, konusuna göre, şansımıza alıp, ara ara izliyoruz.dün akşam da o filmlerden birini izledik.


film, 1917 ekim devrimi sonrasında kızıl ordu'ya karşı mücadele eden beyaz ordu'nun lideri amiral aleksandr kolchak'ın hayatını, amiralliğe terfi ettiği 1.dünya davaşından kızıl ordu güçlerince idam edildiği ana kadar, görselliğin yoğun olduğu savaş sahnelerinin eşliğinde dramatik bir dille izleyiciye aktarıyor. dramatik savaş sahnelerinin yanı sıra evli bir kadın olan Anna ile yaşadığı zor ve imkansız aşksa filmin iç ısıtan yanı. rusya'nın o karlı ve soğuk coğrafyasında uzun süre birbirine dokunmadan, birlikte olma ümidi olmadan, sadece mektuplarla yaşanan bir aşkı anlamak günümüz gençlerine biraz saçma gelebilir, ama saf aşk ve bağlılık böyle birşey olsa gerek. film insanı hem o dönemde yaşanan tarihi gerçeklerle hem de her ikisi de evli olmasına rağmen bence tertemiz yaşanan bir aşk hikasiyle büyülüyor.

film bittiğinde karı koca ikimiz de sessiz, boğazımızda düğümlenmiş bir acıyla yatağa girdik. ikimiz de bir süre uyuyamadık. genellikle evde günün stresinden kurtulmak için bol adam sandler'lı sabun köpüğü amerikan romantik komediler izlemeyi tercih eden ailemiz için sarsıcı bir film oldu amiral. konusu, konunun işlenişi ve çekimleriyle oldukça başarılı bir filmdi.

15 Mayıs 2012 Salı

küçük şeyler

geçen çarşamba bizim 10.evlilik yıldönümümüzdü. yıllardır beklerim eşim beni evlilik yıl dönümünde şöyle başbaşa romantik bir yemeğe götürmez. yahu dedim niye bekliyorum ki bul bir yer sen götür kocayı yemeğe. sordum soruşturdum tophane taraflarında kalecik restaurant diye romantik bir yer varmış.bir kaç gün önceden yer ayırttım. maalesef eşimin salı günü seyahate gitmesi gerekti, ben zor olacaksa dönme önemli değil dedim,ama bir taraftan da içimden söyleniyorum. kısmet olmayacak bize şöyle romantik bir yemek diye düşünürken çarşamba sabahı eşim aradı ve biraz geç de olsa geleceğini söyledi. ben de iş çıkışı onu beklemek için carrefour'a gittim. birkaç gün önce cüneyt özdemir'in masumiyet müzesi ile ilgili yaptığı programı izlemiş ve orhan pamuk'la yaptığı söyleşide masumiyet müzesi'nin kataloğu niteliğinde olan şeylerin masumiyeti kitabı ile yazmaya devam ettiği yeni romanının müjdesini almıştım. o günden beri bir kitapçıya gidip şeylerin masumiyetini incelemek için sabırsızlık duyuyorum. işte tam da fırsatı dedim ve inkılap kitabevine girdim. hemen sordum, henüz gelmedi dediler. yelkenlerimi suya indirip çıkacakken nasılsa vaktim var diyerek kitapçıda gezinmeye yeni çıkanları, çok satanları incelemeye başladım. ondan bundan okuyarak hayli zaman geçirdim. sonra birden onu gördüm. şeylerin masumiyeti'ni bulsam bu kadar sevinmezdim. çünkü bu kitap öylesine habersizce ben onu aramazken karşıma çıkmıştı. bir tesadüften daha güzel ne olabilirdi? tabi tesadüfse... hemen elime aldım ve bu kitabı mutlaka almalıyım, onsuz burdan çıkamam diyerek kasaya yöneldim. paramı ödedim ve kucağımda kitabım starbucks'ın yolunu tuttum. kendime en küçük boy sütlü günün kahvesi aldım, rahat koltuklardan birine kuruldum. eşimin gelmesine daha bir saat vardı.merakla açtım kitabı. daha ilk sayfada, ilk bölümde dedim ki evet ben bu adamın yazdıklarını seviyorum. okurken zaman nasıl geçti, onca sayfayı nasıl okudum bilmiyorum. sanki kitabın kahramanlarından biri de bendim. kahramanlar olayları yaşarken ben de oradaydım.1 saat çabucak geçti ve eşim geldi. tophane'deki tarihi bursa evlerinden birinde olan son derece romantik, yemekleri idare eder olan restaurantımızda güzel bir akşam yemeği yiyip, bir şişe yakut götürdükten sonra evimize oğlumuza döndük. eşim bugün de yok, ben de yarın için yemeklerimi pişirdim, çamaşırları astım, oğlumla biraz kitap okudum, onu uyutup sana koştum. unutmadan kaydını düşmeliyim bu kitabın.

engin geçtan-mesela saat onda-metis yayınları