4 Ocak 2018 Perşembe

AYAK SESLERİ


 
AYAK SESLERİ
Çalan alarmın sesiyle gözlerini açtığında gördüğü şey kocaman bir karanlıktı. Yatağın içinde kedi gibi gerneşip esneyen kaslarının, çıtırdayan kemiklerinin sesini dinleyerek gülümsedi. Bedeninin yaptığı sabah müziğinden hoşnut kalmıştı.  Yavaşça doğrulup yatakta oturdu. Ayaklarını yere koyup koymama konusunda kararsız kaldı. Kendini beton zeminin soğukluğuna hazır hissettiğinde ayağa kalktı. Ayak tabanlarından sırtına doğru bir ürperti yayıldı. Ağır adımlarla banyoya gitti ve ışığı açtı. Lambadan gelen ışık gözünü aldı. Gözlerini kısarak el yordamıyla lavaboyu buldu. Musluğu açıp akan suya baktı. İşte gün başlıyor. Hazır mısın? Avucunu suyla doldurup buz gibi suyu yüzüne çarptığında gözlerini kocaman açtı. Bu sene havalar çok soğuk gidiyordu. Zaten rutubetli olan bodrum katı evi yağan kar ve yağmurlarla mağaradan farksız olmuştu.  Kiler ve odunluk olarak kullandığı odaya gidip kucağını odunla doldurdu. Oturma odasına gelip tek eliyle sobanın üst kapağını açtı ve odunları simetrik bir şekilde sobanın içine yerleştirdi. Sobanın yanındaki kovadan bir çıra alıp kibriti çaktı ve çırayı yaktı. Yanan çıranın kokusu tüm odayı sardı. Bir süre çıranın ateşini izledikten sonra üşüdüğünü hissedince aklına odunlar geldi. Çırayı odunların arasına yerleştirip küçük alevin giderek büyümesini izledi. Çıplak ayakları betonun bütün soğuğunu bedenine çekerken dış kapıya yöneldi. Kapının dürbününden bakıp etrafta kimseler olmadığına emin olunca yavaşça kapıyı açıp kapıcının kapı koluna astığı ekmeği aldı ve hızlıca kapıyı kapattı. Uzun yıllardır kapıcı Hasan Efendi dışında kimseyi görmemiş, kimseyle konuşmamıştı. Dünyayla tek bağı Hasan Efendi’ydi. Onunla bile konuşmak zor geliyordu kimi zaman. Ekmek poşeti elinde, bu sabah Hasan Efendi’ye günaydın demek zorunda kalmamış olmanın verdiği huzurla mutfağa doğru adımlarını hızlandırdı. Her sabah yaptığı gibi önce ocağa çayı koydu. Buzdolabından peynir, zeytin ve vişne reçelini çıkardı, yan yana tepsiye yerleştirdi. Ekmeği ince ince dilimleyip iki dilimi kızartma makinesine koydu. Tezgahtaki ekmek kırıntılarını bir eliyle küçük bir çay tabağının içine sıyırdı. Ekmekler kızarana kadar demlenen çayını da alıp oturma odasında her sabah oturduğu koltuğunun hemen yanındaki sehpaya tepsiyi bıraktı. İçinde ekmek kırıkları olan çay tabağını alıp pencereye doğru ilerlerdi, kalın perdeleri ve camı açtı. Ekmek kırıklarını camın hemen önüne dökerek içeriye daha fazla soğuk hava girmemesi için camı hızlıca kapattı.  Koltuğa oturup camdan dışarı baktığında henüz gün tam aydınlamasa da renkler seçilebiliyordu. Her sabah aynı şeyleri yapmasına karşın yıllardır hep aynı heyecanla açıyordu perdeyi. O gün göreceği ayaklar ve ayakkabıların kimlere ait olduğu üzerine tahminlerde bulunmak en büyük eğlencesiydi. Çayından ilk yudumu aldığında bugünkü ilk misafiri de pencerenin önünde arzı endam etti. Bağcıkları açık, beyaz olması gerekirken kirden griye dönmüş, 40 numara adidas spor ayakkabılar. “Yine okula geç kalmış, bu acelesi ondan. “  spor ayakkabılar koşarak sahnedeki yerini terk etti. Ekmeğinden bir parça ağzına attığında yeri titretircesine sert ve ağır adımlarla resmigeçidine başlamıştı siyah iskarpinler. Pencerenin önünden geçişi neredeyse bir saat gibi geldi izlerken. “Her gün boyuyor mu acaba? Nasıl bu kadar parlak olabiliyor? Çok titiz ve kuralcı biri olmalı. Belki bir bankada müdürdür ya da iş adamı. Yok ama öyle olsa niye yürüsün. Titiz bir devlet memuru kesin. Yavaş adımlarına bakılırsa ellili yaşlarını çoktan geçmiş. Evli mi acaba? Belki de ayakkabılarını her gün karısı fırçalıyordur.”
Sonraki sahne alacak kahramanı merakla bekleyen izleyici ağzına bir parça peynir ve vişne reçeli attı. Peynirin tuzlu tadıyla vişne reçelinin tatlı ekşi tadı dilinin üzerinde yayılırken platform topuklarının üzerinde dengesini sağlamakta zorlanarak yürüyen çırpı bacakları gördü. Yaşça büyük görünme hevesinde olan bir genç kız olmalıydı bu. Hep böyle platform topuklar giyiyor, sirklerdeki uzun bacaklar gibi dengesini sağlamak için yoğun çaba harcayarak, sallana sallana yürüyordu. Gözleriyle platform topukluyu izlerken “tık, tık, tık” sesleriyle kalp atışları birden hızlandı. Stiletto geliyordu. Siyah, mavi, yeşil, kırmızı, rengi değişse de tarzı hiç değişmeyen, yere basar gibi değil de uçarcasına dokunan o çok sevdiği ayaklardaydı sıra. Her gün pencerenin önünden bu saatte geçen, geçişiyle ruhuna bambaşka hisler salan ayaklar.  İnsanlardan yorulup kendini gönüllü ev hapsine mahkum ettiğinden beri kapıdan dışarı adımını atmamıştı. İnsanları hata yaptıkları için değil onlardan umudu kestiği için çıkarmıştı hayatından. Peki, şimdi neydi bu her gün penceresinin önünden uçarcasına hafif adımlarla geçen kadına karşı duyduğu kontrol edemediği umut? Bir yandan dışarıda akan hayatın debisine kapılıp sürüklenmekten korkuyor bir taraftan da o stilettoların sahibini çılgınca merak ediyordu. Uzun siyah saçları olmalıydı, incecik bir beli. Boyu çok uzun olmadığı için hep yüksek topuklu giyen, ruhu da ayak bilekleri gibi ince biri. Kaç kez karar vermişti, bir sabah çıkıp kapının önünde onu bekleyecek ve nasıl biri olduğunu gözleriyle görecekti. Oysaki daha evin kapısından ilk adımını attığı an nefes alamamaya, kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyor, evin ruhu onu ensesinden tutup içeri çekiyordu. Tık, tık, tık.. yaklaşıyordu, kalp atışı da yürüyüşün ritmine uyum sağlamıştı. Pencerenin önüne döktüğü ekmek kırıklarını yemek için gelen telaşlı serçelere takıldı gözü, kulağı topuk seslerinde. Sadece kuşları sevmek istemiştim. Sevgimden mi korkup uçtular? Kanatlarım yoktu, yetişemedim. Ne zaman kesilmişti kanatlarım? Birine sarılsam uçabilir miyim?  Sarılsam…ona sarılsam…Nefesini tutarak kapıya doğru  koştu. Gözlerini kapattı derin derin nefes alarak kapının tokmağı buz gibiydi. Elinin yandığını hissederek hızlıca geri çekti. Kazağının kolunu avuçlarının içine alıp tokmağı hızla çevirdi. Kapıyı açmıştı. Gözlerini açtı, önündeki koridora ve merdivenlere baktı. Bileklerinde ağır zincirler varmışçasına tüm gücünü toplayarak ayağını kaldırdı ve eşikten dışarı bir adım attı. Koridorun buz gibi betonu alev almış yanıyordu.  Alevlerin arasından geçemezdi. Yanmadan sokağa çıkması mümkün müydü? Çıplak ayaklarıyla attığı her adımda bedeninin dağlandığını hissederek merdivenleri teker teker çıktı. İşte yıllar sonra ilk kez apartman kapısının önündeydi. Kendisine düşünmek için hiç zaman bırakmadan kapının koluna asıldı, kendini eşikten dışarı attı. Ciğerlerine dolan sokağın havası tüm bedenini yaktı. Soluna döndüğünde gördüğü o kırmızı stilettolara ait siyah uzun saçlar yanan yüreğine düşen bir kar tanesiydi.

3 Ocak 2018 Çarşamba

YAĞMUR


Birden bire başladı. İnce ince, dokunmaya korkar gibi, incitmekten sakınır gibi, okşarcasına düştü yere minik lekeler bırakarak. Baktı ki özlenmişti, dokunuşları reddedilmedi toprak tarafından, hızlandı. İçini boşaltırcasına, yoğunluğunu artırarak, özlemle kavuştu toprağına. Sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine yağmur ve toprak. İnsanlar sığınacak bir saçak altı arayarak koşuşurken yağmurun telaşından, aşklarına yeşilden turuncuya çalan yapraklar, bu kucaklaşmada aradan çekilmeleri gerektiğini bildikleri için kaçışan martıların gölgeleri tanıklık etti. Saklandığı saçak altında öylece durup yağmuru izlerken saçlarından süzülen damlalar, bedeninin kıvrımlarından akıp ayakuçlarına değdiğinde yerdeki su birikintisine takıldı bakışları. Öne doğru bir adım attı, başını geriye doğru eğip gökyüzüne baktı yağmur damlalarına meydan okurcasına. Bu kadarcıktı işte dünyadaki varlığı. Bir yağmur tanesi baştan aşağıya saniyeler içinde yol alabiliyordu ufalmış bedeninde. Arkasını dönüp dükkanın vitrinine baktığında ışık oyunlarıyla oluşan görüntüler arasında gördüğü sarı benizli, düşük sağ omuzuyla asimetrik bedenli, şişmiş gözleri ve karmakarışık saçları olan kendi sureti mi yoksa bir korkuluk mu karar veremedi. İlk defa görmüş gibi dikkatle bakarak bir iki adım yaklaştı vitrine doğru. Yüzüne dokunmak istercesine vitrindeki aksine dokundu. “Kimsin sen?” Duyduğu boğuk sesten irkildi. Kendi sesine bir benzerlik aradı. Boğazındaki boğumlardan çıkan her bir harfin ses tellerine değip kulaklarına doğru yol aldığı o an, sonsuz bir uzunlukta geldi. Bedeni, sesi, ruhu sanki hepsi kendinden uzakta, kendinin dışındaydı. Bu sızı gelip onu bulduğundan beri bedeni korkunç bir dönüşüm geçirmişti. Kimilerini yeniden yaratan, varlığına anlam katan şey onun kalbini acıtıyordu. Bir kemik vardı kalbinin tam orta yerinde zamanlı zamansız etine saplanan. “Unut artık, unut artık, seni düşünmek istemiyorum.” Sırtını dükkânın vitrinine dayayıp elleriyle kulaklarını kapadı, kendine yabancı sesini duymak istemeyerek yere çöktü. Gözlerini de sıkı sıkı kapadı, rüzgârla yüzüne çarpar yağmur damlaları içini ürpertti. Birden yanı başında bir sıcaklık hissetti, onun nefesiydi sanki. Gözünü açmaya korkuyordu. Bir masal gibi başlayan ve serap gibi yok olup giden, yerine hastalıklı bir hasret bırakan, dışında olup da aslında tamamen ondan ibaret olan sevdayı bulamamaktan korkuyordu. Korktuğu zamanlarda şiir okurdu içinden, mırıl mırıl kendini sakinleştirmeye çalıştı. 

“Damla düştü toprağa cemre misali
En büyüleyici pırıltısıyla dün akşam,
Mis gibi kokusuyla büyüleyen etrafı
Eksikliğini hissettiğimiz ama söyleyemediğimiz,
Tek tek ama beraberce kardeşcesine
Göl gibi derler ya işte öyle durgun ve sessiz
Üzüntülülerini paylaşırlar sevinçleri paylaştıkları gibi ,
Lisanlarıyla sevgiden bahsederler hep
Esintisinde bir samyelinin bir ömür boyu,
Rahatlatıyor tüm sevgiye muhtaçları şu yağmur taneleri.

Murathan Mungan”

Ayağa kalktı, tekrar yağmura doğru bir adım attı. Tüm bedeni baştan aşağı yıkandı yağmurla, içinde hiç nefes kalmayıncaya dek bağırdı çığlıklarını yağmur damlalarına hapsetmek istercesine, gözyaşlarını yağmura kattı. Yağmur bir süre sonra veda etti kokusunu bırakarak toprakta, "yine geleceğim" dedi. Toprak biliyordu geleceğini, çünkü artık yağmurun zamanıydı.

18 Aralık 2017 Pazartesi

KİŞİSEL BİR SAVAŞ


 

-Savunman ne küçük hanım, anlat bakalım? Nasıl bu hale getirmeyi başardın her şeyi? Nasıl başarıyorsun her şey yolunda giderken dünyanı alt üst etmeyi bilmiyorum. Bıkıp usanmadın mı bu gelgitlerden? Yapma demiyor muyum sana hep, yapma!

+Askeri bir düzende olayım istiyorsun sen de! Ne olmuş biraz fazla içtiysem ve onunla konuştuysam.

-Ağzından çıkanları kulağın duymuyor ki hiç, kelimelerin nasıl tehlikeli birer silah olduğunun farkında değilsin, şuursuzsun, şuursuz! Nasıl toparlayacaksın bakalım yumurtladıklarını.

+Nöbetçi olduğumuz bir gece yalnız kaldığımızda konuşurum, çok sarhoştum, yanlış şeyler söylemiş olabilirim derim olmaz mı? Olur bence. Evet evet en iyisi konuşmak, kaçmakla olmaz.

-Bomba gibi düştü ortama o gece söylediklerin, ortam buz kesti birden. Ağzınla içmiyorsun şu rakıyı, içme o zaman!

+Ne var içtiysem, söyledim de ne oldu, aşıksın işte aşık değil misin ona?

-Benden kaç yaş büyük kızım, babam yaşında, aşık olsam ne olur. Kendinin en büyük düşmanı yine kendinsin şu dünyada yüz milyon adam varken niye en olmayacağına gidip aşık olurusun kı? Salaksın çünkü! Neymiş çok akıllı adammış, ilk kez biri beni anlamış, gözleri deniz gibiymiş. Siper kazıp koruyacaktın kendini, sokmayacaktın o bakışları kalbine. Soktun bak çıkaramıyorsun şimdi. Olur olmaz yerde kaçırıyorsun kalbinden. Herkes zaten bir haber peşinde, dört göz sekiz kulakla hakkında dedikodu yapacak bir şeyler bekleyenlere süper istihbarat verdin. Aferin sana 100 puan.

+Sen de çok üstüme geliyorsun ama, bu kadar saldırma bana. O kadar da kötü şeyler söylemiş olamam. Söyledim mi acaba? Söylemiş olabilirim, Arzu’ya bir sorayım o gecenin detaylarını da şu konuşma işiyle ilgili bir strateji geliştireyim. En kısa zamanda çözmem lazım bu meseleyi. İş yerindeki tüm hedeflerini olmayacak bir sevda uğruna feda edemem. Sevda da ne sevda ama, nasıl bakıyor bana öyle, içimi gören bakışlar, gözleriyle sarılıyor sanki.

-Yok yok hedefler, yaşam hedefleri onları düşünmelisin. Toparlamalısın dağıttıklarını. İçmeseydin keşke o kadar. Bilmiyorsun sanki alkolün sana etkilerini. Geri çekilmeyi de bilmiyorsun sözü diline alınca. Bilmezsin susmayı. Teslim olma bu sevdaya, diren, susmayı öğren, işine odaklan.

+Tamam haklısın, beyaz bayrak çekiyorum. Dinleyeceğim artık seni. Senin çizdiğin yol haritasını izleyeceğim. Söz veriyorum. Bir sorum var sana. Peki o zaman hayat madalya verecek mi bize? Onların istediği gibi yaşadık diye kazanacak mıyız savaşı? Sahi sen kazanınca ben yenilecek miyim? Ben kazanırsam sen yenilecek misin? Onlar kazanacak ikimiz de kaybedeceğiz…

 

24 Haziran 2016 Cuma

İçimde Bir Huzur


Uzun zaman oldu sana yazmayalı, farkındayım. Senin günlerin nasıl bilmem ama benimkiler hiç olmadığı kadar iyi bu aralar. Sana olan özlemimi saymazsak.  Zaman, hayatlarımızda delice akıyor. Dikkat ettin mi zaman biz çocukken yokuş çıkarmış gibi ilerliyor, gençlik uzaklaştıkça ise o yokuş birden inişe dönüşüyor. Tepeden aşağıya inmeye başladığımı hissediyorum ben de, öyle olmasa günlerin geçişini yavaşlatabilirdim. Bu aralar tek gördüğüm ucu bucağı olmayan bir iniş. Bu yüzden inişin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Bir şeylere sıkı sıkıya tutunmadan. Son 10 gündür kafamın içi pırıl pırıl, hiç olmadığım kadar keyifle bakıyorum kendime. Ego ego dediğin şeyin ne olduğunu anladım ya sonunda sanki kocaman bir düğümü çözmenin ipucunu, hayatımda plağın takıldığı noktayı keşfetmiş gibiyim. Tepeden baktığımda gördüğüm sis dağıldı. Daha güvende hissediyorum kendimi. Zira inmeye başladığın vakit hızdan paniğe kapılıyor insan, kendini anlayamamışken hayatta neyin tadını çıkaracağını bile bilemiyorsun.

 

Benim her şeyle derdim var biliyorsun. En çok da kendimle ya!  “Daha yapmak istediğim çok şey var hiçbir şeyi yetiştiremiyorum, geç mi kaldım.” diye düşündüm dün. Geç kalmadım, kendimin hiç farkına varmadan da ömrümü geçirebilirdim. Bunun için doğru insanlar karşıma çıkmasa öyle olacaktı zaten. Gerçi bu tatminsizlik ve hayal kırıklıklarıyla bir gün yaşamaktan kendi elimle vazgeçerdim. Buna eminim.

 

Özümde olan kadını kendim sevmezsem, başkalarının sevgisine ihtiyaç duyduğum sürece hep hayal kırıklığı yaşayıp hep mutsuz olacağım. Hani sen anlatıp duruyordun da ben de anladım diyordum. Bilmek ve anlamak farklı şeylermiş. Geçen haftalarda öyle bir şey oldu işte bende. Hani filmlerde olur ya birden böyle flash back gibi sahneler uçuşur kahramanın aklında ve birden eveeet işte buymuş derler. Tam da öyle oldu işte. Psikoloğumun terapi esnasında sürekli dönüp dönüp söylediği aynı cümleler. Hepsi birden kafamda yeri yerine oturdu. Bilgi benim için kavrama dönüştü. Meğer ben söylediklerini hiç anlamamışım. Ama şu var ki kaplumbağanın hayatta kalması için kabuğu kendisi kırması gerekiyor. 7 yıl uzun bir süre belki ama kabuğumu kırabilmem için olgunlaşma sürem buymuş demek ki benim. “Objektif düşünmeyi öğren, bir yaşam manifeston olsun, sabırlı ol, mantıklı düşün…” bu söylediklerinin hepsi benim Yetişkin yanımı güçlendirmem için gereken yapmam ve üzerinde çalışmam gerekenlermiş. Nasıl bir zihinsel körlüğüm varsa ben bunların ne anlama geldiğini yeni kavrıyorum. Bildiklerimi unutmam gerek, çünkü içimde yankılanan ses beni doğru yönlendirmiyor değil mi?

 

“Kendinle yalnız kal.” derken de ne demek istediğini yeni anlıyorum. Ben kendimi tanımadığım için duygu ve davranışlarımı kontrol edemiyorum. Çünkü kaynağını bilmediğin şeyi kontrol edemezsin. İçsel huzur diye bir şey varmış gerçekten ve ben hayatımda ilk defa onu hissediyorum. Sorunlarım çözülmüş değil henüz. İçimde güçlendirmem gereken bir yön var. Onun kontrolü ele alması gerekiyor. İşte bundan sonra onun için çaba harcayacağım. Zihnimdeki seslerin kimden geldiğini farketmeye çalışıyorum bu aralar. Bu düşünce, bu duygunun kaynağı ne diye soruyorum.

 

Kendi kendime 0-3 yaş döneminde sevilmeye değer olmadığım kanısına nasıl varmışım bilmiyorum. Çok da önemli değil gerçi. Önemli olan beynimdeki bu yazılımın üstüne yeni bir yazılımla güncelleme yapmam. Çocuk egomla hep tatminsiz bir hayat yaşadım. Çünkü sadece ben kendimi kendi istediğim gibi sevebilirim.

 



 

 

 

9 Aralık 2015 Çarşamba

dönme dolap

oğlumla birlikte bir lunaparktayız. ben dönme dolaba binmek istiyorum. bu değişik bir dönme dolap yüksek bir kulenin hemen yanında ve dönme dolaba binebilmek için önce kuleye merdivenle çıkıyor ve kulenin tepesinden dönme dolaba biniyorsun. kuleye çıkıyorum. çıktığımda ne kadar yüksek olduğunu görüp bırak dönme dolaba binmeyi ayağa bile kalkamayacak kadar yüksekten korkup aşağı inmeye karar veriyorum. rahatlıkla çıktığım merdivenlerden korkarak aşağı iniyorum. yüksekten korkan biri değilim normalde ama rüyamda o dönme dolaptan ve yüksekten ödüm kopuyor. sonra oğlumla lunaparkta gezmeye devam ediyoruz. yorumu çok manidar.

Rüyada lunapark görmek, gerçekle kısmen ilgili olarak tabir edilir diyebiliriz çünkü bu rüya evin en küçük bireyi ile tabir edilir. Rüyasında lunapark gören rüya sahibi, evde yaşça herkesten en alt sırada olan kişiden hayır görecek demektir. Bu küçük beyefendi ya da hanım efendi ailesini çok sevindirecek başarılar elde edecek demektir. Örneğin okul birinciliği alabilir, sınavda alacağı puanla ilk sıralara yerleşebilir diye tabir edilebilir. Aynı zamanda yaşıtları arasında terbiyesi ve akıllığı sayesinde parmakla gösterilecek demektir.

Rüyada dönme dolap görmek, duygusal hayatta yaşanılan karışıklıkların kişiyi yorduğuna ve mantıklı kararlar almakta zorlandığını işaret eder. Dönme dolap görmek aynı zamanda herkesin düşüncesinden ve önerisinden etkilenildiğini, bir türlü kendi kararını veremeyen rüya sahibinin giderek hayatının kontrolünü kaybettiğini de alamet eder. Derinleşemeyen düşüncelerin, her konuyu yüzeysel algılamanın ve değerlendirmenin de tabiri olan rüya, aslında şanslı bir dönemde olunduğunu, sadece içinde bulunulan koşullardan uzaklaşarak daha duru bir görüş açısına sahip olunması gerektiğini bildirir.
 
Rüyada yüksekten korkmak, hırslarınız nedeniyle hak ettiğiniz başarıya ulaşmak için çok çaba sarf ettiğinizi ancak çabalarınızın bir süre daha sonuçsuz kalacağına delalet eder. Rüyada yüksekten bakıp korkmak, sahip olmak istediğiniz mevki ve makama çok yaklaştığınıza fakat yaşadığınız korkular ve cesaretsizliğiniz nedeni ile karşınıza engel çıkacağına işaret eder. Rüyada çıktığınız yüksekten korkup inmeniz ise, henüz işinizde yükselmeye hazır olmadığınıza, yükselseniz bile görevinizi layıkıyla yapamayacağınıza yorulmaktadır.

2 Aralık 2015 Çarşamba

tik tak

her sabah kalkmamız gereken saatte kalkıyoruz. kendiliğimizden değil de çalan bir alarm tarafından uyandırılarak. çünkü hepimizin görevleri ve sorumlulukları var. çocukların okulları, bizlerin işleri. kendiliğinden, doğal olarak uyanmak ne güzel oysa. bir yerlere yetişme telaşı olmadan, "zorunluluk" olmadan gözünü yeni güne açmak. bu telaş bizi öldürecek, iş güç değil. saatlerin arasına sıkışmış, kendi yarattığımız takvimlerin esiri olmuşuz. oysa tavşanların pazartesisi yok. doğada hiç bir canlı pazar gelse de dinlensem diye beklemiyor. yorulunca güvenli bir yer bulup dinleniyor. biz insanlar da bu güven ihtiyacı yüzünden mi bu kadar çok koşturuyoruz acaba? hayatta kendimize güvenli bir yer bulma çabası mı tüm bu koşturmaca. peki ne zaman bulacağız o güvenli yeri? emekli olduğumuzda, çoluk çocuk büyüyüp yuvadan uçtuğunda mı? ya orası da güvenli değilse. orada da yıllarca yorgun argın koşuşturmanın bedenimize verdiği hasarlar varsa? ya da hiç göremezsek o günleri. takvimler birden bizim için duruverirse? yavaşlamak istiyorum, sürekli dar zamanlara sıkışmamak. ben istiyorum da toplum bunu istemiyor. hadi kara kitap uyanma saati çocuk okula sen işe, kahvaltı yapmak için yarım saat erken kalkmalısın, bugün biraz hastayım biraz yatsam desen öyle bir hakkın yok. okul çocuğu, iş seni bekler. işe gidince şu kahvemi içerken iki satır kitap okuyayım da kahve boşa gitmesin diyemezsin çünkü mesai saati denen sınırlar içinde sen işverenin mülkiyetindesin ve o ne isterse onu yaparsın. parayı veren düdüğü çalar misali. sen düdük olursun tüm gün ötersin. akşam eve pestilin çıkmış gelirsin, yemek saati, yatma saati...yatma saatini aman çok geçirme sonra ertesi gün iş yerinde verimin düşer. her şeyin bir saati var. zaman yönetimi yapabilirsen belki keyif dakikaları yaratabilirsin kendine, aman doğru planla zamanını. pek bir plancı programcı olduk. hızlandıkça azala azala zamanın esiri olduk. tik tak saat ilerliyor bak, hadi diyor yatma saati!

1 Aralık 2015 Salı

Aralık

toparlanalım ve yazalım çağrısına uymak için yazıyorum bu satırları. uzun zamandır facebook, instagram da çoğu zaman başkalarının cümlelerini paylaşarak içimi susturmaya çalışıyorum çünkü. bir tür ruh uyutucu ninni gibi. başkalarının kelimelerini kendi kelimelerimizin yerine koyuyoruz. diziler, filmler ve kitaplarla güzel şeyler de olduğunu düşünmeye çalışarak içimde ölen şeyleri diri tutmaya çalışıyorum. kendi hayatımdan umudum yoktu ya eskiden, kara bir kitaptı ya içim. işte o kara kitabın sayfalarına yaldızlı kalemlerle yazılar yazıldı. ben büyüdüm, kendimi biraz daha anladım. hüzünlü olmaya da hakkım olacağını, hayatın amacının mutluluk olmadığını ve dünyanın benim etrafımda dönmediğini anlama yolunda adımlar attım. attım atmasına da gökyüzündeki kederden nasıl etkilenmez bizim gibileri? sanki hiç umut kalmamış gibi. pamuklara sarıp sakladığımız umudu birileri çamurlu ayaklarıyla evimize girip şemsiyesiyle dürdüp yere düşürüp kırıyor sürekli. her gün yeniden umut yaratmaktan yorgun düşüyoruz. çok savaşçı bir ruhum yok benim, teslimiyetçiyim. ama bu durum değişmeyecek diye bir şey yok tabi ki. mücadele etmeden kim hayatta kalabilmiş. yaşamış olmak için yaşamamaktır bugünden sonra kararım ve haklılığına inandığım değerler ve doğrular için dimdik ayakta durup savaşmaktır. iyiyi, doğruyu, güzeli, umudu görüp ona odaklanıp onu anlatmaktır. üşenmeden şuraya bir iki satır yazmaktır. bana ait, benim içim kokan. 1 Aralık günü alınmış bir aralık açıp içeriye temiz havanın girmesini sağlama kararıdır.