31 Ekim 2012 Çarşamba

soru???

insan sevip sevmediğini nasıl anlar?

sevgi nedir sahi?
birdenbire mi oluşur, yoksa zamanla mı?
birini kendine yakın hissetmek mi sevgi?
samimiyetine inanmak mı?
hata yapsa bile gülümseyebilmek mi?
onu merak etmek, yanında olmak istemek mi?
sevgi bencillik mi?
sabır mı yoksa?
ya da emek mi?
sevgi nedir?

23 Ekim 2012 Salı

yağmur

birden bire başladı. önce ince ince, dokunmaya korkar gibi, incitmekten sakınır gibi, okşarcasına düştü yere. sonra baktı ki özlenmişti, dokunuşları reddedilmedi toprak tarafından.hızlandı. içini boşaltırcasına, özlemle kavuştu toprağına. sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine yağmur ve toprak, insanlar kendini korumaya çalışırken yağmurun telaşından aşklarına yeşilden turuncuya çalan yapraklar, bu kucaklaşmada aradan çekilmeleri gerektiğini bildikleri için kaçışan martılar tanıklık etti. yağmur bir süre sonra veda etti kokusunu bırakarak toprakta, "yine geleceğim" dedi. toprak biliyordu geleceğini, çünkü artık yağmurun zamanıydı.

Damla düştü toprağa cemre misali
En büyüleyici pırıltısıyla dün akşam,
Mis gibi kokusuyla büyüleyen etrafı
Eksikliğini hissettiğimiz ama söyleyemediğimiz,
Tek tek ama beraberce kardeşcesine
Göl gibi derler ya işte öyle durgun ve sessiz
Üzüntülülerini paylaşırlar sevinçleri paylaştıkları gibi ,
Lisanlarıyla sevgiden bahsederler hep
Esintisinde bir samyelinin bir ömür boyu,
Rahatlatıyor tüm sevgiye muhtaçları şu yağmur taneleri.

Murathan Mungan


ağlamak

Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?



Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?

Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?

Sevmek için güzele mi bakmalı?

Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?

Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?

Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?

Hırsızlık; para, malmı çalmaktır?

Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?

Solması için gülü dalından mı koparmalı?

Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?

Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?

Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?



Victor Hugo



22 Ekim 2012 Pazartesi

bir şarkı

bazı şarkılar vardır, tıpkı bazı kokular gibi duyduğumuzda bizi o ana geri götüren. çocukluğumuza, ilk gençliğimize, hayatımızdaki ilklere, sevinçlere. bazı şarkılar vardır, mutlu, heyecanlı, tutkulu anlarımızın eşlikçisi. o şarkıyı her dinlediğimizde yüreğimize o an hissettiğimiz heyecanı anımsatan ve hızlı bir kalp çarpıntısına neden olan, yüzümüzde sebepsiz bir gülümseme yaratan şarkılar. bazı şarkılarsa zor günlerimizin destekçisi, göz yaşlarımızın tek tanığıdır. kimselere anlatamadığımız yürek yangınlarımızın, kaybedilenin ardından yakılan sessiz ağıtın ismidir. zaman geçer, zihin raflarına kaldırırız şarkıyı, içimizdeki yangın hafiflesin, duyulmasın, tekrar hatırlatmasın diye. sonra başka bir şarkıyı dinlerken birden karşınıza çıkar ve dinledikçe anlarsınız ki, aslında hiçbir acı yok olmuyor, hiçbir yas silinmiyor, hele tutulmamış bir yas hiç geçmiyor. dün akşam yıllar öncesine ait böyle bir şarkı çıktı karşıma. Kimselere içimdeki ağıtı diyemediğim, kaybettiğimin bendeki yerini anlatamadığım bir kaybın ardından her gün yüzlerce kez dinlediğim birkaç şarkıdan biri. uzun zamandır dinlemediğim, dinlemediğim için ben de dokunduğu yeri unuttuğum o şarkı dün akşam çıkınca karşıma yaramın hala taze olduğunu hatırladım. hala mı kanar yıllar önce bir kaybın açtığı yara. yitirilen hayatının büyük bir kısmı olunca, onun varlığı kişiliğini, hayata bakışını oluşturunca ve çocuklukta kazanılan bu alışkanlıklar, davranış biçimleri ilişkilerindeki başarısızlığın, varlığını anlamlandırma çabanın, hayal kırıklıklarının, hayattaki gel gitlerinin sebebi olunca kayıp çok, çok büyük oluyor.15 yaşımda o köşede durup, tabutta giden bedenine gözümden akmayan yaşlarla bakarken ardından biliyordum artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, ama hayatımda bu kadar büyük bir boşluk olacağını ve bu boşluğu hiçbir şeyin doldurmayacağını bilmiyordum. geçici ayrılık diye kendimi avutmuşum o zamanlar. hep o büyük boşluğu dolduracak biri olsun istedim hayatımda, tıpkı onun gibi sadece bana ait olan, bencilce bir istek olduğunu bile bile. olmadı, olamazdı, o boşluk hep kaldı. bu günlerde yine içine kan damlayan bir boşluk. sevmeyi öğrenemedim ben, en sevdiğini kaybetmenin ürkekliğiyle…




SICAK SAKLAYIN GECELERİMİ


geçici ayrılık benimkisi

ilkyaz çiçeğine gebeyim

ağıtlar yakmayın adıma

ben ölmedim ölmeyeceğim



sıcak saklayın gecelerimi

karlar altından çıkıp geleceğim

düşlerinizin ateşinden

ılık bir rüzgar gibi eseceğim



demlice bir çay koyun üstüne

aç çocuk gibi besleyin sobayı

nasıl tütüyorsanız gözlerimde

öylece tütsün buharı



uzunca serin yatağımı

boyunca uzansın ayağım

el aman deyince gece

usulca kıvrılır yatarım



can canım canlarım

hazır mı koynunuzdaki yerim

gün olur gecikmiş çocuk gibi

bağıra çağıra gelirim

Nevzat Çelik

http://yandex.com.tr/yandsearch?lr=11508&msid=22875.16387.1350888785.38183&text=s%C4%B1cak+saklay%C4%B1n+gecelerimi&family=yes

19 Ekim 2012 Cuma

nasıl dans bu?

bir adım atıyorsun ileri doğru, biri ayağına vuruyor  “yanlış ayağını attın ya da yanlış yere doğru adım attın” diye, niye yanlış olduğunu anlatmadan. ayağını geri çekiyorsun, bu kez başka bir yöne doğru adım atıyorsun yine ayağına sopayla vuruyor o biri. ilk başlarda doğru ya da yanlışlığını düşünmeden atıyorsun adımlarını, içinden nasıl geliyorsa, hatta bazen o kişi için çok güzel düşüncelerle atıyorsun adımını, heyecanla, mutlulukla doluyken yüreğin, senin adım attığın yöne onun da geleceği yanında yürüyeceği umuduyla atıyorsun adımını, sopa geliyor yine adımına ve kalbin buzdan bir saray gibi paramparça oluyor. bir süre sonra adım atmaya korkar hale geliyorsun, ürkek, kararsız öylece duruyorsun yerinde. adım atmadıkça aranızdaki uçurum büyüyor, büyüyor, daha bir ıssızlaşıp daha bir yalnız oluyorsun. beyaz desen yanlış yapıyorsun, siyah desen yanlış yapıyorsun. hatan nerde anlamaya çalışıyorsun.  arıyorsun suç oluyor, aramıyorsun “müsait değilim sonra ara” oluyorsun. soruyorsun “niye sordun” oluyor, sormuyorsun “ilgisiz” oluyorsun. bakıyorsun “niye dik dik bakıyorsun” bakmıyorsun “sevgisiz”, arkadaşlarımla çıkacağım diyorsun “başına buyruk” oluyorsun, arkadaşlarımla dışarı çıkabilir miyim diyorsun “ niye bende izin istiyorsun, ben despot muyum?”.  “adım atsam mı atmasam mı?” larla geçiyor günler. heyecanla, mutlulukla uyanıyorsun bir sabah, dün akşam geç yattı biraz daha uyusun diyerek sessizce evden çıkıp işe geliyorsun ve işe geç kalmasın diyerek telefon açıyorsun, beni neden uyandırıyorsun diye telefonda sana bağırıyor. buzdan saraylar paramparça oluyor.

18 Ekim 2012 Perşembe

gölge

ben buradayım deme ihtiyacı duyuyordu, varlığının başka insanların varlığı tarafından fark edilmesini bekliyordu. böylece kabul edildiğini, ait olduğunu hissediyordu. bu dünyadaki kapladığı alanın farkında olabilmesi için birileri de onun farkında olmalıydı. görünmez adam ona göre çok mutsuz biriydi. çünkü kimse onun orada olduğunu bilmiyordu. fark edilmek için kimi zaman çok gösterişli giyinir, abartılı makyajlar yapardı. insanlar onun bu haline alışıp, artık fark etmemeye başladıklarındaysa, evet hep olurdu bu; çünkü insanlar sürekli gördükleri şeylere alışırlar ve bir süre sonra onu fark etmemeye başlarlar; tıpkı her gün önünden geçtiğimiz parktaki muhteşem ağacı hiç fark etmemiş olmamız gibi, pejmürde bir şekilde gelmeye başlardı işe. bazen dünyanın en mutlu insanı, en şakacısı, en esprilisi o olurdu, bazense en mutsuzu, en bedbahtı. bazı dönemler deli gibi okurdu, her şeyi ona sorsunlar, ne konuşulursa söyleyecek bir lafı olsun diye. kendini mutlu etmek için değil, sırf birileri hakkında konuşsun, birileri onu beğensin diye. yalnız içilen kahve, yalnız dinlenen müzik, yalnız alınan nefes bile anlamsızdı onun için. insana bağımlıydı o. insana ve onaylanmaya. o yüzden kaçardı çatışmaktan, başkalarıyla fikir ayrılığına girmekten. hemen hiçbir konuda kendi fikri, kendi yargıları yoktu aslında. birileri ona ilgi göstersin, onu kabul etsin, kedi gibi okşasın sevsin diyeydi tüm çabası. varlığı buna bağlıydı. bilmediğiyse kendine ait olmayan bu hayatın yeryüzündeki varlığını silikleştirdiği, var olduğunu sanırken sadece başkalarının gölgesi olduğuydu.

17 Ekim 2012 Çarşamba

sessiz

müzik dinlemek de bir yere kadar.insanın canı sıkılıyor, iki insanla muhabbet etmek istiyor. çok sıkılıyorum artık ben bu işten ya, daha interaktif bir iş istiyorum. sadece öğle tatilinde yapılan iki muhabbetle gün geçmiyor, geçemez. insansızlıktan içim kurudu. sabahtan beri günlerdir ertelediğim bir işe yoğunlaştığımdan masamdan da çok az kalktım, belim ağrıyor. çok sıkılıyorum ben artık ya, neden tünelin sonunda ışık görülmüyor. biliyorum başka yere gidince de konuşmaktan çok yoruldum, insanlara laf anlatmaktan başım şişti diyeceğim, ama böyle de konuşmayı unuttum. insanoğlu işte hep şikayet edecek bir şeyler buluyor. sabah yalnızlık senfonisiyle başladığım güne adele'le devam ettim. sabahtan beri adele dinliyorum 21 albümünü baştan sona 5 kez dinledim herhalde. tamam çalışırken çok gaza getirdi beni, hayli yol aldım.adele hanfendiye teşekkürü bir borç bilirim. insan sesini bu kadar mı özler insan. tecrit altında mahkum gibiyim. önümde bir taş konuşmadan, kimseyi görmeden sadece o taşa odaklanmalıyım. gün içinde sadece öğle tatilinde bir tane sigara içtim. çok da tasarrufluyum, günde bir sigara beni keser. oğlumun yanında da içmeyeceğime göre bu sigara beni öldürmez. şimdi telefonum çalsa sesim çıkmayabilir, evet tam 3,5 saattir sesli olarak cümle kurmuşluğum yok.

yeni başlangıçlara

yıllar önce ingilizce derslerinden birinde "chain smoker" diye bir tamlama öğrenmiştim tıpkı "traffic jam" gibi nedense çok hoşuma gitmiş olacak ki hiç aklımdan çıkmaz. o zaman öğretmen anlatırken sigaranın birini söndürüp birini yakan yani zincir gibi ardarda ekleyen şeklinde yapmıştı tanımlamasını. işte ben 10 yılıdr bir chain smokerla evliyim. geçen gün düşündüm de ben nasılsa ciddi bir pasif içici olarak dumana maruz kalıyorum.ayrıca kendim içmediğim için kokusundan da çok rahatsız oluyorum. hatta sabahları eşim benden önce uyanırsa gözünü açar açmaz ilk işi sigara yakmak olduğu için sabah sigara dumanıyla uyanıp, mide bulantısı çekiyorum. en iyisi dedim ben de sigaraya başlayayım. bildiğin içici olayım.bu fikrimi eşime de açtım, hani şu çikolata kokulu sigaralardan içeyim en iyisi dedim, sigara aldığın yerlerde bulursan bana da al şeklinde şakayla karışık kinayeli bir tavır takındım. bugün sabah baktım arabada istediğim sigaradan var. ne sigarası sen sigaraya falan başlama, ben biraz azaltmaya çalışayım demiyor da bana sigara almış, canım benim bir dediğimi de iki etmez. madem öyle ben de bugün itibarıyla sigaraya başladım, bu da böyle biline. düşündüm de belki böylece abur cubur yemem de azalır. herkes gider mersin'e ben giderim tersine.

16 Ekim 2012 Salı

ezik miyim neyim?

her gün şiirlerden fal tutuyorum kendime, mutlaka bir şiir okuyarak başlamaya çalışıyorum güne. bugünde bu şiir çıktı şansıma. ilk kez okuyorum. murathan munganı'ı çok severim. bence çok zeki bir insan ve zeka benim bir insanı beğenmemdeki en önemli etken. ama bu şiirden hiçbir şey anlamadım ben. zeka olarka aynı kulvarda değiliz galiba, kendimi ezik hissediyorum. :(

parmak uçlarımızda gezindiğimiz tenimizin
kaçıncı yazmasına bir erkekle başladık
kıyılar eğirdik gözlerimizden yağmurlu ezik
bir boğayla uyandırılmış sabahları gençliğimizin
belleğimizde dağılan trenlere dalardık
koynumuzda akşam saklamaları
ve zaman çizgileriyle yitik
kaçıncı volkanıdır bu munis şehvetimizin
ki güz yontan bir rüzgardan artakalmış tutanakları

15 Ekim 2012 Pazartesi

aylak kız

aylaklık yapmak istiyorum. boş boş yürümek, attığım her adımda aldığım nefesi takip etmek. yürümekten yorulduğumda bir çay bahçesine oturup bir şeyler okumak, çantamdaki defteri çıkarıp notlar almak.etrafımdaki insanları izlemek, hayatları hakkında, o anda neden orda olduklarına dair varsayımlarda bulunmak istiyorum. tophaneden çıkıp, muradiye'ye geçmek, eski evler arasında yaşanmışlıkların izlerini sürerek o evlerden birinde yaşadığımı hayal etmek, ordan atlayıp ilk gelen otobüse bilmediğim yerlerde gezmek istiyorum. sonra mudanya'ya gidip saatlerce denize bakmak, hiç konuşmadan dünyanın anlattıklarını dinlemek istiyorum. martılara, karabataklara, küçük tekneleriyle geçen balıkçılara ilişkin hikayeler yaratmak kafamda, gözlerimi ufka dikip göz bebeklerimi dinlendirmek istiyorum. ordan kendimi kültürpark'a vurup ayaklarımın altında hışırdayan yapraklarla bir çınar gölgesinde uzanıp gökyüzüne bakmak istiyorum. sonbaharın ılık ılık içime akmasını istiyorum.

binalar içinde olmak istemiyorum. ne şu anda işyerinde ne de akşam evde olmak istemiyorum. sokaklarda olmak, sokakta akan hayata dahil olmak istiyorum. koşturmaktan, bir yerlere, bir şeylere yetişmeye çalışmaktan, geç kaldıklarıma üzülmekten yoruldum. aylaklık yapmak istiyorum. boş şeylere kafa yorup boş işlerle uğraşmak, bir kahvehanede nargile içip geleni geçeni seyretmek istiyorum.bunu böyle günlerce hiç sıkılmadan yapabilirim gibi geliyor. sonbahar böyle çarpar mı insanı?

12 Ekim 2012 Cuma

karmakarışık

bir başkasının duygularından ne kadar sorumluyuz? yani o duyguları hissetme nedeni biz miyiz? düşünüyorum da (psikoloğum olsaydı, düşünme hisset derdi) ben öfke hissediyorsam mesela bu öfkenin sorumlusu karşımdaki kişi midir? yoksa benim o ana verdiğim anlam mı öfkemi oluşturan? kimi sevip sevmediğimize nasıl karar veririz? ya da kimi sevip sevmediğimizi nasıl hissederiz? sevgi düz bir çizgi midir mesela, yoksa dalgalı bir frekansta giden düz bir hat mı? ya da zamanla yükselip, belli bir noktadan sonra düşüşe geçip en sonunda sıfır noktasında son bulan bir duygu mu? peki insanların hislerini belirleme şansımız var mı? bunlar geçiyor tüm gün aklımdan, sonra bir an duruyor ve kendime dışardan bakıyorum. ben bir başkasının ne hissedeceğini nasıl belirleyebilirim ya da hissettiği bir şeyi hissetmemesini nasıl sağlayabilirim? o kadar güçlü olan kim var ki?

doğrular, yanlışlar var hayatta. toplum tarafından belirlenen ve bir süre sonra bizim de kendi doğrularımız sandığımız. farkettikçe hangisi bizim doğrularımız, hangisi toplum tarafından bize öğretilen doğrular olduğunu anlayamadığımız için boyun eğip hepsini kabullendiğimiz, zaman zamansa isyan ettiğimiz doğrular.

kendimize ilişkin tanımlamalarımız var. tanımladıkça kendimizi sınırladığımız. peki tanımlama yapmazsak neyi sevip neyi sevmediğimizi nasıl bileceğiz? nasıl bileceğiz ki ne istediğimize karar vereceğiz?

hayatta yürüdüğümüz yol bize doğru bil yolmuş gibi sunulsa da çevremizde bizi rahatsız eden, oraya ait olmadığınız hissini veren şeyler varsa, bu hissettiğimiz bir şey mi yoksa düşüncelerimizin bize oynadığı bir oyun mu nasıl bileceğiz?

hissetmekten önce düşünüyorum çoğu zaman. sonrasında hissettiğim duygularsa genelde öfke, utanç, suçluluk gibi kötü duygular oluyor. içimde bir ses hayatında bir şeyler yanlış diyor, ama ses beynimden mi kalbimden mi geliyor anlayamadığım için oralı olmuyorum. bazen o kadar çok bağırıyor ki kulaklarım sağır oluyor, acı veriyor.

10 Ekim 2012 Çarşamba

yalnızlık

yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle

atilla ilhan

9 Ekim 2012 Salı

bu ne biçim hayat

Bu ne biçim Postacı
Üç defa çalıyor kapıyı
Bu ne biçim kel
Hem merhemi var
Hem sürmüyor başına
Bu ne biçim biçimler
İstediğiniz kadar çoğaltılabilir
Memleket çok müsait buna
Örneğin yeni bir komşu taşındı karşıya
Bir baktım Fahriye Abla!
Kırk yıllık bir rötar yapmış
Erzincan Treni
Ben gelmişim şu yaşıma
O ise şiirdeki yaşından gün almamış daha
Benimki ne biçim hayat
Uymuyor ne gördüklerime
ne duyduklarıma
ne okuduklarıma
Ben ne biçim benim
Ne kendime benziyorum
Ne başkalarına

Murathan Mungan

8 Ekim 2012 Pazartesi

ruhum hasta benim

klasik manyak griplerimden birini yaşıyorum. insan hasta oldu mu daha bir hassaslaşıyor. içilen adaçayı, ıhlamur gibi sıcak bitki çayları boğazımızla birlikte yüreğimizi de yumuşatıyor bilmem, ben hasta oldum mu çok da ağlamalı bir insana dönüşüyorum. aslında düşünüyorum da sıkıntılı dönemlerde daha kolay hasta oluyorum. bağışıklık sisteminin bir çeşit oyunu olsa gerek. aslında şöyle birkaç gün daha evde kalsam belki daha çabuk iyileşirim, ama iş bizi bekliyor değil mi? bu aralar işle de dünyayla da kavgalıyım, galiba o yüzden hastayım. cumartesi günü hasta ve perişan bir halde evde yatarken eşim oğlumu da alıp gezmeye gitti. evde bir başıma kalakaldım. ne arayan var ne soran. öyle zoruma gitti ki anlatamam. biraz uyuyayım diye yattım, sonra bir uyandım ateşim çıkmış, duşa girdim biraz ferahlarım diye. su kafamdan aktıkça sanki benim de musluklarım açıldı ve böğüre böğüre ağladım. ne kadar o durumda banyoda kaldım bilmiyorum. küçük çaplı bir sinir boşalması yaşadım. hayat hiç adil değil onu bir kez daha anladım. hepimiz yalnız öleceğiz onu bir kez daha hatırladım. dengesiz, bencil, tahammülü zor br insanım.hastayken bile yapayalnız evde bırakılıyorum.

mahallenin delisi

annemin teyzesinin bir oğlu var. köy yeri tam rahatsızlığı nedir, tedavisi için hiç çalışıldı mı bilmiyorum, ama hani mahallenin delisi denenlerden.allah'tan annemin teyzesi hala hayatta da oğlunu topluyor,çekip çeviriyor. hani mahallenin delisi gibi perperişan gezmiyor garibim. evlendiğimden beri memlekete daha az gittiğim için uzun yıllardır görmedim kendisini. ama genç kızken çok sık giderdik ve büyük teyze annemi ve bizi görmeye gelirken onu da getirirdi. beni görünce çok sevinirdi, gözlerindeki ışıltıdan anlardım. gelir yanıma oturur kendi çapında sohbet etmeye çalışırdı. sanırım bana aşıktı. :))

eski çalıştığım işyerine de sık sık gelen bir mahalle delisi vardı. adı fatoş. fatoş da beni çok severdi, yolda yürürken bile küfreden, bağıran fatoş beni gördü mü sırtımı sıvazlardı.

şimdi bunları niye yazdım.yazdım işte. yaşam alanları izole oldukça mahallemizin delisi kavramı da ortadan kalkacak ve galiba evlerde daha çok insan çıldıracak.

1 Ekim 2012 Pazartesi

yarın yaparım

ajandama beğendiğim bir şiiri yazarken farkediyorum ki ekim ayının ilk günündeyiz.3 aylık kısa bir zaman kaldı ajandanın bitmesine. oysa bu yılki metis ajandasını çok sevmiştim. hatta her yıl alıp hiç kullanmadığım metis ajandalarımdan olmasın diye aklıma geldikçe içine notlar almıştım. "olmayan kelimeler" çok beğendiğim bir ajanda oldu. zaman ne çabuk geçiyor. 2012 yılı sanki daha dün başlamış gibiyken aralık ayına kısa bir aralık kaldı. günler gelip geçiyor, hayatın hayhuylarıyla. kendime küçük eğlenceler yaratmaya çalışıyorum. mesela google'da bir şey ararken hep "kendimi şanslı hissediyorum" a basıyorum. sonra aradığım sayfa çıkarsa seviniyorum falan. gereksiz, beceriksiz, olmasa da olur bir insan gibi hissediyorum bazen. balkonda çamaşır asarken bazen hani başım dönse aşağı düşüp ölsem ne değişir dünyada diyorum. varlık ve yokluk. hayatında önemli olduğum bir tek oğlum var diye düşünüyorum. o bile bensiz olsa yine de yaşamına devam eder. belki eksik, belki fazla. ölenlerimizin ardından içimiz yanmadı mı, ağıtlar yakmadık mı, bazen nefesimiz kesildi, ağlamaktan katıldık. sonra yaşamaya devam ettik. hiç kimse ve hiçbir şey vazgeçilmez değil. bunu bilerek yaşamak ve halen kendini önemli bir varlık gibi hissetmek biraz garip. olmayan kelimeler ajandası hissettiğim bu duyguya nasıl bir tanımlama getirirdi acaba? hissettiğimiz tüm duyguların bir ismi yok düşünürsek. mesela ben şu an mutsuz değilim, umutsuz değilim, kırgın değilim, değişik bir duygu halindeyim. türkçe'de ismi olmayan.
uçmak isteyip de uçamayan ve bir günlük ömrü olduğunu bilmeden amaan yarın uçarım diyen bir kelebek gibi.