4 Ocak 2018 Perşembe

AYAK SESLERİ


 
AYAK SESLERİ
Çalan alarmın sesiyle gözlerini açtığında gördüğü şey kocaman bir karanlıktı. Yatağın içinde kedi gibi gerneşip esneyen kaslarının, çıtırdayan kemiklerinin sesini dinleyerek gülümsedi. Bedeninin yaptığı sabah müziğinden hoşnut kalmıştı.  Yavaşça doğrulup yatakta oturdu. Ayaklarını yere koyup koymama konusunda kararsız kaldı. Kendini beton zeminin soğukluğuna hazır hissettiğinde ayağa kalktı. Ayak tabanlarından sırtına doğru bir ürperti yayıldı. Ağır adımlarla banyoya gitti ve ışığı açtı. Lambadan gelen ışık gözünü aldı. Gözlerini kısarak el yordamıyla lavaboyu buldu. Musluğu açıp akan suya baktı. İşte gün başlıyor. Hazır mısın? Avucunu suyla doldurup buz gibi suyu yüzüne çarptığında gözlerini kocaman açtı. Bu sene havalar çok soğuk gidiyordu. Zaten rutubetli olan bodrum katı evi yağan kar ve yağmurlarla mağaradan farksız olmuştu.  Kiler ve odunluk olarak kullandığı odaya gidip kucağını odunla doldurdu. Oturma odasına gelip tek eliyle sobanın üst kapağını açtı ve odunları simetrik bir şekilde sobanın içine yerleştirdi. Sobanın yanındaki kovadan bir çıra alıp kibriti çaktı ve çırayı yaktı. Yanan çıranın kokusu tüm odayı sardı. Bir süre çıranın ateşini izledikten sonra üşüdüğünü hissedince aklına odunlar geldi. Çırayı odunların arasına yerleştirip küçük alevin giderek büyümesini izledi. Çıplak ayakları betonun bütün soğuğunu bedenine çekerken dış kapıya yöneldi. Kapının dürbününden bakıp etrafta kimseler olmadığına emin olunca yavaşça kapıyı açıp kapıcının kapı koluna astığı ekmeği aldı ve hızlıca kapıyı kapattı. Uzun yıllardır kapıcı Hasan Efendi dışında kimseyi görmemiş, kimseyle konuşmamıştı. Dünyayla tek bağı Hasan Efendi’ydi. Onunla bile konuşmak zor geliyordu kimi zaman. Ekmek poşeti elinde, bu sabah Hasan Efendi’ye günaydın demek zorunda kalmamış olmanın verdiği huzurla mutfağa doğru adımlarını hızlandırdı. Her sabah yaptığı gibi önce ocağa çayı koydu. Buzdolabından peynir, zeytin ve vişne reçelini çıkardı, yan yana tepsiye yerleştirdi. Ekmeği ince ince dilimleyip iki dilimi kızartma makinesine koydu. Tezgahtaki ekmek kırıntılarını bir eliyle küçük bir çay tabağının içine sıyırdı. Ekmekler kızarana kadar demlenen çayını da alıp oturma odasında her sabah oturduğu koltuğunun hemen yanındaki sehpaya tepsiyi bıraktı. İçinde ekmek kırıkları olan çay tabağını alıp pencereye doğru ilerlerdi, kalın perdeleri ve camı açtı. Ekmek kırıklarını camın hemen önüne dökerek içeriye daha fazla soğuk hava girmemesi için camı hızlıca kapattı.  Koltuğa oturup camdan dışarı baktığında henüz gün tam aydınlamasa da renkler seçilebiliyordu. Her sabah aynı şeyleri yapmasına karşın yıllardır hep aynı heyecanla açıyordu perdeyi. O gün göreceği ayaklar ve ayakkabıların kimlere ait olduğu üzerine tahminlerde bulunmak en büyük eğlencesiydi. Çayından ilk yudumu aldığında bugünkü ilk misafiri de pencerenin önünde arzı endam etti. Bağcıkları açık, beyaz olması gerekirken kirden griye dönmüş, 40 numara adidas spor ayakkabılar. “Yine okula geç kalmış, bu acelesi ondan. “  spor ayakkabılar koşarak sahnedeki yerini terk etti. Ekmeğinden bir parça ağzına attığında yeri titretircesine sert ve ağır adımlarla resmigeçidine başlamıştı siyah iskarpinler. Pencerenin önünden geçişi neredeyse bir saat gibi geldi izlerken. “Her gün boyuyor mu acaba? Nasıl bu kadar parlak olabiliyor? Çok titiz ve kuralcı biri olmalı. Belki bir bankada müdürdür ya da iş adamı. Yok ama öyle olsa niye yürüsün. Titiz bir devlet memuru kesin. Yavaş adımlarına bakılırsa ellili yaşlarını çoktan geçmiş. Evli mi acaba? Belki de ayakkabılarını her gün karısı fırçalıyordur.”
Sonraki sahne alacak kahramanı merakla bekleyen izleyici ağzına bir parça peynir ve vişne reçeli attı. Peynirin tuzlu tadıyla vişne reçelinin tatlı ekşi tadı dilinin üzerinde yayılırken platform topuklarının üzerinde dengesini sağlamakta zorlanarak yürüyen çırpı bacakları gördü. Yaşça büyük görünme hevesinde olan bir genç kız olmalıydı bu. Hep böyle platform topuklar giyiyor, sirklerdeki uzun bacaklar gibi dengesini sağlamak için yoğun çaba harcayarak, sallana sallana yürüyordu. Gözleriyle platform topukluyu izlerken “tık, tık, tık” sesleriyle kalp atışları birden hızlandı. Stiletto geliyordu. Siyah, mavi, yeşil, kırmızı, rengi değişse de tarzı hiç değişmeyen, yere basar gibi değil de uçarcasına dokunan o çok sevdiği ayaklardaydı sıra. Her gün pencerenin önünden bu saatte geçen, geçişiyle ruhuna bambaşka hisler salan ayaklar.  İnsanlardan yorulup kendini gönüllü ev hapsine mahkum ettiğinden beri kapıdan dışarı adımını atmamıştı. İnsanları hata yaptıkları için değil onlardan umudu kestiği için çıkarmıştı hayatından. Peki, şimdi neydi bu her gün penceresinin önünden uçarcasına hafif adımlarla geçen kadına karşı duyduğu kontrol edemediği umut? Bir yandan dışarıda akan hayatın debisine kapılıp sürüklenmekten korkuyor bir taraftan da o stilettoların sahibini çılgınca merak ediyordu. Uzun siyah saçları olmalıydı, incecik bir beli. Boyu çok uzun olmadığı için hep yüksek topuklu giyen, ruhu da ayak bilekleri gibi ince biri. Kaç kez karar vermişti, bir sabah çıkıp kapının önünde onu bekleyecek ve nasıl biri olduğunu gözleriyle görecekti. Oysaki daha evin kapısından ilk adımını attığı an nefes alamamaya, kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyor, evin ruhu onu ensesinden tutup içeri çekiyordu. Tık, tık, tık.. yaklaşıyordu, kalp atışı da yürüyüşün ritmine uyum sağlamıştı. Pencerenin önüne döktüğü ekmek kırıklarını yemek için gelen telaşlı serçelere takıldı gözü, kulağı topuk seslerinde. Sadece kuşları sevmek istemiştim. Sevgimden mi korkup uçtular? Kanatlarım yoktu, yetişemedim. Ne zaman kesilmişti kanatlarım? Birine sarılsam uçabilir miyim?  Sarılsam…ona sarılsam…Nefesini tutarak kapıya doğru  koştu. Gözlerini kapattı derin derin nefes alarak kapının tokmağı buz gibiydi. Elinin yandığını hissederek hızlıca geri çekti. Kazağının kolunu avuçlarının içine alıp tokmağı hızla çevirdi. Kapıyı açmıştı. Gözlerini açtı, önündeki koridora ve merdivenlere baktı. Bileklerinde ağır zincirler varmışçasına tüm gücünü toplayarak ayağını kaldırdı ve eşikten dışarı bir adım attı. Koridorun buz gibi betonu alev almış yanıyordu.  Alevlerin arasından geçemezdi. Yanmadan sokağa çıkması mümkün müydü? Çıplak ayaklarıyla attığı her adımda bedeninin dağlandığını hissederek merdivenleri teker teker çıktı. İşte yıllar sonra ilk kez apartman kapısının önündeydi. Kendisine düşünmek için hiç zaman bırakmadan kapının koluna asıldı, kendini eşikten dışarı attı. Ciğerlerine dolan sokağın havası tüm bedenini yaktı. Soluna döndüğünde gördüğü o kırmızı stilettolara ait siyah uzun saçlar yanan yüreğine düşen bir kar tanesiydi.

3 Ocak 2018 Çarşamba

YAĞMUR


Birden bire başladı. İnce ince, dokunmaya korkar gibi, incitmekten sakınır gibi, okşarcasına düştü yere minik lekeler bırakarak. Baktı ki özlenmişti, dokunuşları reddedilmedi toprak tarafından, hızlandı. İçini boşaltırcasına, yoğunluğunu artırarak, özlemle kavuştu toprağına. Sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine yağmur ve toprak. İnsanlar sığınacak bir saçak altı arayarak koşuşurken yağmurun telaşından, aşklarına yeşilden turuncuya çalan yapraklar, bu kucaklaşmada aradan çekilmeleri gerektiğini bildikleri için kaçışan martıların gölgeleri tanıklık etti. Saklandığı saçak altında öylece durup yağmuru izlerken saçlarından süzülen damlalar, bedeninin kıvrımlarından akıp ayakuçlarına değdiğinde yerdeki su birikintisine takıldı bakışları. Öne doğru bir adım attı, başını geriye doğru eğip gökyüzüne baktı yağmur damlalarına meydan okurcasına. Bu kadarcıktı işte dünyadaki varlığı. Bir yağmur tanesi baştan aşağıya saniyeler içinde yol alabiliyordu ufalmış bedeninde. Arkasını dönüp dükkanın vitrinine baktığında ışık oyunlarıyla oluşan görüntüler arasında gördüğü sarı benizli, düşük sağ omuzuyla asimetrik bedenli, şişmiş gözleri ve karmakarışık saçları olan kendi sureti mi yoksa bir korkuluk mu karar veremedi. İlk defa görmüş gibi dikkatle bakarak bir iki adım yaklaştı vitrine doğru. Yüzüne dokunmak istercesine vitrindeki aksine dokundu. “Kimsin sen?” Duyduğu boğuk sesten irkildi. Kendi sesine bir benzerlik aradı. Boğazındaki boğumlardan çıkan her bir harfin ses tellerine değip kulaklarına doğru yol aldığı o an, sonsuz bir uzunlukta geldi. Bedeni, sesi, ruhu sanki hepsi kendinden uzakta, kendinin dışındaydı. Bu sızı gelip onu bulduğundan beri bedeni korkunç bir dönüşüm geçirmişti. Kimilerini yeniden yaratan, varlığına anlam katan şey onun kalbini acıtıyordu. Bir kemik vardı kalbinin tam orta yerinde zamanlı zamansız etine saplanan. “Unut artık, unut artık, seni düşünmek istemiyorum.” Sırtını dükkânın vitrinine dayayıp elleriyle kulaklarını kapadı, kendine yabancı sesini duymak istemeyerek yere çöktü. Gözlerini de sıkı sıkı kapadı, rüzgârla yüzüne çarpar yağmur damlaları içini ürpertti. Birden yanı başında bir sıcaklık hissetti, onun nefesiydi sanki. Gözünü açmaya korkuyordu. Bir masal gibi başlayan ve serap gibi yok olup giden, yerine hastalıklı bir hasret bırakan, dışında olup da aslında tamamen ondan ibaret olan sevdayı bulamamaktan korkuyordu. Korktuğu zamanlarda şiir okurdu içinden, mırıl mırıl kendini sakinleştirmeye çalıştı. 

“Damla düştü toprağa cemre misali
En büyüleyici pırıltısıyla dün akşam,
Mis gibi kokusuyla büyüleyen etrafı
Eksikliğini hissettiğimiz ama söyleyemediğimiz,
Tek tek ama beraberce kardeşcesine
Göl gibi derler ya işte öyle durgun ve sessiz
Üzüntülülerini paylaşırlar sevinçleri paylaştıkları gibi ,
Lisanlarıyla sevgiden bahsederler hep
Esintisinde bir samyelinin bir ömür boyu,
Rahatlatıyor tüm sevgiye muhtaçları şu yağmur taneleri.

Murathan Mungan”

Ayağa kalktı, tekrar yağmura doğru bir adım attı. Tüm bedeni baştan aşağı yıkandı yağmurla, içinde hiç nefes kalmayıncaya dek bağırdı çığlıklarını yağmur damlalarına hapsetmek istercesine, gözyaşlarını yağmura kattı. Yağmur bir süre sonra veda etti kokusunu bırakarak toprakta, "yine geleceğim" dedi. Toprak biliyordu geleceğini, çünkü artık yağmurun zamanıydı.