28 Aralık 2011 Çarşamba
2012 dilekleri
- dünyada her ekonomik kriz dönemi ardından büyük savaşları getirmiş maalesef. o yüzden ingiltere ve fransa'nın ekonomik sıkıntılarıyla ilgili gazete haberlerini okudukça kulaklarımda çalan savaş çanlarını duymak beni çok korkutuyor. bu ekonomik sıkıntıların bir an önce barışçılar bir ortamda çözüme ulaşmasını ve artık ortadoğu ve arap ülkelerine huzur gelmesini diliyorum.
- ülke liderlerine sihirli bir değnekle bir perinin el atmasını ve dünyada sınır, dil, din, ırk ayrımı, öteki, beriki,sizden, bizden diye bir şey kalmamasını diliyorum.
- gelir dağılımının eşit olmasını, insanların özellikle de çocukların en doğal fizyolojik gereksinimleri olan yiyecek, su, barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını diliyorum.
- psikolojik olarak sorunlu olan suçluların, kadına şiddet uygulayan erkek, çocuk istismarcısı vb. , hapse atılıp 1-2 yıl sonra çıkması yerine daha uygun cezalarla cezalandırılıp, psiklojik olarak tedavi edilmelerini diliyorum.
- tüm dünyada sanatın tüm dallarına daha çok değer verilip, tüm gelir grubundaki insanlar için kolay ulaşılabilir hale getirilmesini, bu sayede daha sağlıklı nesiller yetişmesini diliyorum.
- tüm insanlarda yüksek bir doğa bilinci gelişmesini, tek bir yaprağın bile dünya üzerindeki varlığımız için ne kadar önemli olduğu bilincinin özellikle çocuklara verilmesini diliyorum.
- son iki dileğimi gerçekleştirecek en kolay yolun tv olduğunu düşündüğüm için tv'lerde çocuklar için kaliteli programlar, misal susam sukağı, ve çizgi filmler yapılmasını, cartoon network'un acilen kapatılmasını ya da bakugan'ı artık anlayabilmeyi diliyorum.
- hayatın hızlı yaşanıp gitmemesi ve zamanın daha yavaş akmasını diliyorum.
aşağıda da şahsi dileklerim var. pinocuğumun dilek listesinin siyah-beyaz çıktısını alıp, siyah-beyaz tarayınca güzelim liste bu hale geldi. bir de bu liste bana yetmedi be pinocum. neyse yeter bu kadar dilek. evreni hep kendimizle meşgul etmeyelim değil mi? :))
her kim bu yazıyı okur ve dileklerini yazmazsa 2012 yılında onu keçiler kovalasın.
27 Aralık 2011 Salı
güneş
A Y N A
A N Y A
güneş uyandırdı bugün beni, sıcacık eliyle yanağıma dokundu ve buz gibi havada içimi ısıttı. kedi gibi gerindim ve gülümsedim güneşe. günaydın dedim, perdenin arasından kendine yol bulup odama dalan ışık hüzmelerine. pencereden dışarı baktım, karların üzerinde parıldayan güneşi selamladım. bu soğuk havada dışarda olan insanları düşündüm, yüreğim sızladı, sıcak bir evim olduğu için şükrederek banyoya gittim. buz gibi suyla yüzümü yıkayınca kendime geldim, alarmım çalmadığı için otobüsle işe gidersem çok geç kalacağımı düşünüp, bugün biraz müsriflik yapıp taksiyle işe gitmeye karar verdim. ara sıra insane kendini şımartmalı. nasılsa daha vaktim var diyerek karmakarışık saçlarımı suyla ehlilleştirmek için duşa girdim. meğer onların da tüm istediği suymuş, ıslıkla şarkı çalarak sıcak suyla iliklerime kadar ısındım. banyodan çıkıp bugün ne giysem diye düşünürken elim dolaptaki pantalona gitti, sevmiyorum zaten etek giymeyi, bu soğukta etekle de üşürüm zaten. hem etekle botlarımı giyemem, bugün canım topuklu ayakkabı giymek istemiyor. botlarımı giyersem öğle tatilinde yürüyüşe de gidebilirim. evet evet pantalon iyi seçim. evden çıkmadan kendime güzel bir tost yaptım, cep telefonumun şarjı bitmiş, şarj cihazımı da çantama attım, ev telefonundan taksiyi çağırdım, tostumu alıp,işyerinde çayımla gazeteleri okurken tostumu yedim. günün güzel olacağı sabah odama konuk olan güneşten belliydi.
21 Aralık 2011 Çarşamba
mesela!!!
iyileştirici romanlar
Jane Austen / Aşk ve Gurur (1813)
Nathaniel Hawthorne / Kırmızı Leke 1850
Gustave Flaubert / Madam Bovary (1856)
George Eliot / Middlemarch (1870)
Leo Tolstoy / Anna Karenina (1877)
Virginia Woolf / Bayan Dalloway (1925)
Toni Morrison / Sevgili (1987)
J.M. Coetzee / Utanç (1999)
Muhsin Hamid / Gönülsüz Köktendinci (2007)
19 Aralık 2011 Pazartesi
gezi kitabı
"insan hiçbir şeyi bıraktığı yerde bulamıyor, kızarmış palamutun kokusunu bile."
yazıyordu kitabın arkasında. uzun yıllar amerika'da yaşamış ve yıllarca hiç ülkesine dönmemiş, dönememiş bir türkün istanbul'da çocukluğunun,gençliğinin, aslında kendi varlığının izlerini sürmesi üzerineydi kitap.
olaylar kahramanımızın istanbul'a gelişiyle başlıyor, kalacağı otelin giriş kapısında biri vuruluyor. sonrası film gibi. kahramanımızı bizans zamanında, osmanlı döneminde ve günümüzde istanbul sokaklarında görüyoruz kah erguvan moru bayrakların, kah erguvan moru elbiseli bir kadının peşinde dolaşırken.
kitabın kahramanı istanbul sokaklarında dolaştıkça ben de antalya'nın ara sokaklarını keşfetmek için yoğun bir arzu duydum ve tek başıma attım kendimi sokaklara. özellikle gece saatlerinde kale içinde gezerken adeta istanbul'un arka sokaklarında geziyor gibiydim. keşke daha cesur olsaydım ya da yanımda biri olsaydı da daha ara sokaklara girebilseydim.
ece temelkuran gibi engin geçtan'ın kahramanı da insanın tek bir hayatı olması, tek bir zamanda yaşaması haksızlık diyor ve zamansız olmayı diliyor. mekanlar ve zamanlar arasındaki seyahatlerde geçişler arası takılabiliyor insan. ara vererek okunmaması gereken bir kitap. okurken bu kitaptan çok güzel film olur diye düşündüm sık sık.
altını çizdiğim o kadar çok cümle oldu ki kitapta. ama hiç birini buraya yazamayacağım, çünkü çok sevdiğim birine hediye ettim kitabı. kitapta beni etkileyen çok cümle var, beni en çok düşündürense kitabın bir bölümünde görünmez olan kahramanımızın kurduğu aşağıdaki cümle.
"...namevcutluğun hüznü, yerini , insanları onların haberi olmadan gözleyebiliyor ve dinleyebiliyor olmanın üstünlüğüne bırakıyor. bir şeyi kaybedince bir başka şeyi kazanıyor olduğuna inanmak, insan denilen mahlukun kendine karşı çevirdiği hilelerin en acımasızı olmalı."
ben de sık sık görünmez olmayı hayal ederim. hem orda hem de orda değil.
bazen de insanların düşüncelerini okuyabiliyor olduğumu düşlerim.
ara sıra da eğer ben dünyaya hiç gelmemiş olsaydım dünya nasıl olurdu diye düşünürüm. tıpkı frank kapra'nın muhteşem filmi şahane hayat'taki gibi.
16 Aralık 2011 Cuma
pbk'lı günler diliyorum
15 Aralık 2011 Perşembe
bak ne olmuş
imaj
14 Aralık 2011 Çarşamba
kim anne belli değil!
13 Aralık 2011 Salı
hastayım
aslında geçen haftadan beri hastayım. cumartesi günü aşure yaptım, pazarda temizlik.yatıp dinlenmem gerekirken bünyeyi daha fazla yorunca, o da al sana iş dedi ve dünden beri boğmaca olmuş gibi öksürüyorum.
eve gidip yatsam bakacak kimse yok.burda en azından çaycı abla ıhlamur falan yapıyor. annemi istiyorum. :((
12 Aralık 2011 Pazartesi
hala mı evet!
sabah gazetede okuduğum habere ne demeli.şöyle ki :
Diyanet’te ‘Mele’ dönemi
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, doğu ve güneydoğu illerinde toplumda sözü geçen, saygınlığı olan ‘mele’ denilen kişilerin sınavda başarılı olmaları kaydıyla, sözleşmeli imam hatip olarak Diyanet İşleri kadrosuna alınacağını belirtti. Bozdağ, “Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik kadro öngördük” dedi.
DİYANET İşleri Başkanlığı, doğu ve güneydoğu illerine yönelik yeni bir proje başlatıyor. Diyanet, bölgede ‘mele’, genelde ‘molla’ denilen ve taşrada vatandaşların din konusunda görüşlerine başvurduğu isimleri kadrolarına katacak. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Bu kişileri analiz ettik. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülük denetiminde yararlanmak istiyoruz” dedi. Bozdağ, “Diyanetin 2012’ye yönelik en önemli projesi” olarak değerlendirdiği çalışma hakkında şunları söyledi:Bir kez 1000 kadro“Doğu’da mele, bizim bildiğimiz tabirle molla denilen din eğitimi almadığı halde din bilgisi olan, toplum tarafından saygı gören isimler var. Bu kişilerden Diyanet Başkanlığı olarak istifade edebilmek için daha önce çıkardığımız kanun hükmündeki kararnamede bir düzenleme yaptık. Bu tip kişilerden, Diyanet tarafından yapılacak sınavda başarılı olmaları kaydıyla sözleşmeli imam hatip olarak yararlanmak istiyoruz. Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik bir kadro öngördük. Yaptığımız hesaplamalar 800 civarında ihtiyaç olduğu yönünde.
”Caferi hocalar alınacak“
Örneğin Iğdır ve Ardahan bölgesinde Caferiler var. Onlar arasında halk tarafından sevilen din adamları var. Onlardan da Diyanet olarak yararlanmak istiyoruz. Bir yılda bu kadroları toplumda sayılan, sevilen din adamları için kullanmayı düşünüyoruz. 4/B kapsamında sözleşmeli olarak görev yapacaklar. Sınavı Diyanet İşleri Başkanlığı düzenleyecek ve bu sınava girmek için yaş sınırı olmayacak. Gerekli analizleri yaptık. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülükler denetiminde yararlanmak istiyoruz. Başkaları tarafından kontrol edilmeleri de böylece önlenecek. 6 ay hizmet içi eğitime tabi tutulacaklar. Doğu illerinde imam açığımız var. Atamaya rağmen gitmeyenler oluyor. Açığı da bölgenin insanlarından gidermiş olacağız.
”Türkiye’yi tanıtma projesi“
Süren bir başka projemiz daha var. Özellikle doğu illerinde görev yapan imam ve hatiplerin bulundukları illerin dışına neredeyse çıkmadığını tespit ettik. Şimdi batıdaki illerimizde bu kişileri hizmet içi eğitime alıyoruz. Seminerler, geziler düzenleniyor. Bulundukları bölgenin dışındaki hayatları ve insanları da tanımalarını istiyoruz.
”Toplumun ileri gelenleri"
KURAN’da geçen bu kelime, toplumun ileri gelenleri, görüşlerine başvurulanlar, kendileriyle istişare edilenler, yönetici sınıf anlamlarına geliyor. Toplumların yapısına ve kabul ettikleri değer yargılarına göre ‘mele’ grubu farklı farklı olabiliyor. Maddeyi çok yüce sayan toplumlarda sermaye sahibi zenginler, devlet erkini önemseyen toplumlarda devlet adamları, faşist yönetimlerde tiranlar, askeri rejimlerde diktatörler, demokratik toplumlarda siyasetçiler, bürokratlar veya aydınlar olabilir. İslam toplumlarında mele grubu daha çok âlimler ve faziletli insanlar için kullanılıyor. ‘Melee’ kökünden türeyen bu kelimenin bir anlamı da ‘doldurmak’. Gözleri, manzaraya, güzelliğe, yüceliğe doldurmak bu kelime ile ifade edilir. Mele, “ileri gelenler, toplumun önünde olan kimseler” anlamına da geliyor.
KAYNAK: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19443417.asp
benim vergilerimle mollalara maaş ödenecek.
pes diyorum.pes...
9 Aralık 2011 Cuma
ilmik
6 Aralık 2011 Salı
kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına
geçen hafta ani bir kararla iki gün izin alıp antalya’ya beni götüren de içimde esen böyle bir lodostu. eşim iş için antalya’daydı, pazartesi sabahı bir arkadaşımın da perşembe günü antalya’ya gideceğini öğrenince birden ben de gitmek istiyorum dedim ve salı sabahı once işyerimden izin aldım, öğlene kadar feribot ve uçak biletimi almış, kalacağım otelde yerimi ayırtmıştım. kayınvalidemlere ve oğluma iş için istanbul’a gidiyorum dedim. perşembe akşamı saat altıda antalya’daydım. otel odasında kendime inanmayarak oturdum öylece. sonra üstümü değiştirip şehri keşfe çıktım. hava karardığı için nerede olduğumu pek anlamasam da yaklaşık iki saat boyunca antalya sokaklarında yüzümde koca bir gülümsemeyle kah kimseninin görmediği yerlerde gövdelerine sarılıp yapraklarını sevdiğim turunç ağaçlarına kah tanıdığım ama gece karanlığında ne olduğunu kestiremediğim yapraklarını dökmemiş ertesi sabah benjamin olduğunu anladığım ağaçlara bakarak yürüdüm. açlıktan midemin kazınmaya başlamasıyla önüme gelen ilk yere oturup birşeyler yedim. restaurantta beni sürekli elektrikli ısıtıcının altına oturtmaya çalıştılar,ama ben üzerimde sadece bir hırka olmasına rağmen üşümüyordum ve aralık ayının ilk günü, sokakta bir masada oturup etrafımı izleyerek yemeğimi yedim. eşimin işi geç bittiği için beni saat 11’de almaya geldi ve jolly joker diye bir bara götürdü. uzun zamandır canlı müzik dinlemek istiyorum diye başının etini yiyip duruyordum, al sana canlı müzik dedi. türkçe ve ingilizce rock şarkılar söyleyen çok eğlenceli bir grup çalıyordu. ben mandarinli absolute söyledim ve tadına bayıldım. grup mu çok iyiydi, ben uzun zamandır istediğim bir şeyi yaşıyor olmaktan çok mu mutluydum bilmiyorum, ama çooook eğlendim. eşim yorgun olduğu için 12.30 gibi kalkmak zorunda kaldık, ama o kısacık zaman bile bana yetti. beni otelime bıraktıktan sonra o da oteline gitti ve ikimiz aynı şehirde ayrı otellerde 2.30 gibi uykuya daldık.
ertesi sabah ağzımın suları akarak blogunda antalya fotoğraflarını seyrettiğim leylak dalı’yla saat 10’da buluşmak üzere sözleşmemize rağmen erkenden kalktım, perdeleri açtım, denizin mavisinin göğün mavisine karıştığı muhteşem bir sabaha uyandığımı hemen anladım. uzun süre gözümü ayırmadan denizi seyrettim ve dilek diledim. güneşle yıkanmak istiyordum, gözüm, gönlüm yeşile, maviye doysun, güzel bir sohbet eşliğinde deniz kenarındaki çay bahçelerinde kahve içeyim, çay içeyim miskin miskin denize bakayım istiyordum. giyindim, süslendim, leylak dalı kara kitabın aslında kara bir ruhu olmadığını görsün diye makyajımı yaptım, yüzümü renklendirdim. leylak dalı’yla buluştuk ve sanki benim ne istediğimi biliyormuş gibi başladık yürümeye, muhteşem bir gün geçirdik birlikte. öyle çok yürüdük ki, 86 kiloluk bedenimi taşımaktan ayaklarım helak oldu. ruhum yeşile, maviye, sohbete doydu. tüm kıyı şeridini, parklardaki heykellerin hepsini gezdirdi bana rehberim. aynı zamanda çok da güzel fotoğraflarımı çekti.gezmemizi güneşin batışını seyretmek için atatürk parkı içindeki nar bistro’da tamamladık. keyifli, şık bir mekandı. günü tamamlayıp evli evine köylü köyüne evi olmayan oteline diyip ayrılırken nar’da akşam canlı müzik olduğunu gördüm. otelime gidip saat 8’e kadar dinlendim, gitsem mi gitmesem mi, tek başıma eğlenebilir miyim diye düşünüp dururken yalnız değilim ki dedim. ben, keyfim ve kahyası üçümüz hazırlandık ve nar’da aldık soluğu.
bursa’nın rüzgarı lodostur, sıcak ve boğucu. antalya’nınsa poyrazı var, izmir gibi. üşüten, ama insanı kendine getiren, kulaklarını dondururken yaşadığını hissettirip dirilten. bu küçük gezi de bana tekrar yaşadığımı hissettirdi. yaşamak ne güzel şey! dünya ne güzel bir yer diyerek döndüm çok özlediğim oğlumun kollarına, kalbimi antalya’ya bırakıp. sözleştik kale içiyle mayıs’ta bu kez oğlumu da alıp gideceğim, tam turunçlar çiçek açtığında şehrin kokusuyla kendimden geçeceğim.
27 Kasım 2011 Pazar
can'ım
dün akşam eşim oğlumu yıkadıktan sonra banyoya onu almaya girdim.banyodaki aynada iki gülen yüz resmi vardı. :))
küçükken buğulanan camlara birşeyler çizmeyi çok severdim.gerçi hala da severim. evin buğulanan camlarına gülen yüzler, kalpler,kuş falan çizerdim.annem kızardı.camları kirletiyorsun diye. yağmurlu günlerde arabanın camları buğulandığında da çizerdim ya da yazardım cama.babam kızardı.camları kirletiyorsun diye. oysa ben severdim buğulanmış cama yazmayı.hatta soğuk kış günlerinde özellikle cama hohlar ve birşeyler yazardım. hatta bir keresinde cama mavi ay'ın kahramanları david kalp mady yazmıştım da annem çok kızmıştı.
banyo camındaki gülen yüzlerin fotoğrafını çektim o yüzden.ben kızmadım oğluma. kim bilir ne zaman çizdiği iki gülen yüz buharlanan camda tekrar kendini göstermişti. şimdi camlar her buğulandığında gelip gidip ben de gülümsüyorum o gülen yüzlere. gülen yüz çizmesi mutlu etti beni.çatık kaşlı, bükük dudaklı oğlum. aslında mutlu bir çocuk demek ki. bazen onun çocuk kalbi nelere kırılır bilemiyorum.acaba söylemek istediklerimi anlatabiliyor muyum?memnun mu annesinden diye merak ediyorum kimi zaman. bazen istediği şeyleri yapmadığımda kalbimi kırmak için sen berbat bir annesin falan diye mektup yazıyor bana. :)) eşim de anneliğimi pek beğenmez ama ben kendimi beğeniyorum. tabi ki hatalarım var. bazı zamanlar çok bunaldığım, ne yapacağımı bilemediğim oluyor. klasik anne kalıbının içinde olmak istemediğim için yadırgandığım oluyor kimi zaman. kayınvalidemin deyişiyle "analar neden yaşlanır" cümlesine karşı "anne olmak içindeki çocuğu tekrar hayata döndürür" diyorum.
eğlenceli bir anne sayılırım. kendi zincirlerimi kırabilsem içimdeki beni dışarı tam yansıtabilsem, çevremin bana empoze ettiği "olmam gerekenlerin" zincirlerinden bir kurtulabilsem daha da eğlenceli bir anne olacağım biliyorum. birlikte gülerken katılmak istiyorum, kitaplar hakkında fikir alışverişi yapmak istiyorum, birbirimize film önerelim, yeni ve güzel bir şarkıyı birbirimize heyecanla anlatalım istiyorum. ama mükemmel diye birşey olmadığını, annesinin kimi zaman yorgun,mutsuz da olabileceğini ya da yalnız kalmak isteyebileceğini de bilsin istiyorum. benim kendi özel alanıma saygı duysun,saygı duysun ki kendi özel alanı da olabileceğini öğrensin istiyorum.
nasıl güzel, nasıl masum uyurken. daha dün emzirdiğim bebeğim artık kendi çalışma planını yapıp ödevlerini o plana göre yapmaktan bahsediyor. doğuştan yüksek bilince sahip kendisi. tek bağımlılığı parmak emmek. ah o bal parmak yok mu, o bal parmak. ama kararlı onu da bırakacakmış kendisi.
tsm korosuna katıldım ya şu şarkıyı öğrenip oğlum için söyleyeceğim.
canımın ta içisin sen, nasıl severim bir bilsen...
25 Kasım 2011 Cuma
arkadaş ıslıkları*
21 Kasım 2011 Pazartesi
oburum
halbuki geçen gün kendi kendime yeni kitaba başlamayacağım demiştim.
normal bir insan aynı anda kaç kitap okur? benim başucumda aşağıdaki tüm kitaplar var.
16 Kasım 2011 Çarşamba
yıldız tozu
-benim de okulda canım sıkılıyor, ama gitmek zorundayız anne.
artık hayatta sırtım yere gelmez, benim artık dertleşecek bir oğlum var.
sırf onun hatırı için gülümsüyorum ve gerçekten de iyi geliyor.
hem Oscar Wilde'ın dediği gibi "Hepimiz bir bataklıkta yaşıyoruz, ama bazılarımız yıldızlara bakıyor."
ben içinde yaşadığımız bu bataklığa lanet edip tepindikçe daha derinlere batıyorum, birilerinin kafamı yukarı kaldırıp yıldızlara bakmamı hatırlatması gerekiyor. bu kez oğlum yüzümü tuttu ve kendine çevirdi. o benim kuzey yıldızım.
14 Kasım 2011 Pazartesi
demek istediğim
Ve güz geldi Ömür Hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım? Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış. Böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de? Yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından? Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece. Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür Hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa? Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre Yitikleri'nde önem kazanmaya... Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür Hanım? Susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür Hanım, şiiridir beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım Ömür Hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle? Kendilerinden olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten hele de güncel ve kof her zaman iyidir, düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de. Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile, bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz. Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak... Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir, ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, ağız dil vermez geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla. Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de... Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla. Yağmur dindi Ömür Hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyunu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa? Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür Hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki? Kimseler görmedi Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan garip bir gülümsemeyle yüzümde, incelik adına ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlarla çözdüm. Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür Hanım?
Şükrü Erbaş
ooo-out of order
4 Kasım 2011 Cuma
iyi bayramlar
Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...
Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...
Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.
Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle...
En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.
Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır.
"Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır. Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...
Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.
Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.
Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...
Can Yücel
1 Kasım 2011 Salı
öksürük
bana böyle anlatıyor. dedesigile de demiş ki ben onu geçen gün yıkamışım ben banyoda olduğum için kendisi giyinmiş, saçlarını kurutma makinasıyla kurutmadığım için hasta olmuş.
27 Ekim 2011 Perşembe
hayalperest
25 Ekim 2011 Salı
:(
19 Ekim 2011 Çarşamba
çok ağladım
17 Ekim 2011 Pazartesi
yıldız, yağmur
14 Ekim 2011 Cuma
13 Ekim 2011 Perşembe
dehşet
“dehşet”
evet dehşete düştüm ve çocuğumun içine düştüğü kaynar kazanı görüp adeta ağıt yakasım geldi.
bir veli artık oyun yaşlarının geçtiğini ve disipline girmeleri gerektiğini söyledi.
bazı veliler halk oyunları gibi etkinliklerin yapıldığı serbest etkinlik saatlerinde de ders yapılmasını teklif etti.
bir veli akşam 8’e kadar ders yapan bir özel okulu örnek gösterdi.
henüz okula yeni başlamış çocukların sbs’de ilk 3000’e girmesi için neler yapılması gerektiği konuşuldu.
ben zaten akşamları saat 9’dan 12’ye kadar ödevleri zor bitirdiğini hafta sonu ailesiyle vakit geçirmesi gerektiğini söylediğimde öğretmenin kurduğu cümleler beni tekrar dehşete düşürdü.
bir ay olmasına rağmen hala oğlumun adını doğru öğrenemeyen öğretmeninin tespiti,
....’ın eline kalemi vermiş bırakmışsınız, kalemi yanlış tuttuğu için de hep geri kalıyor, o yüzden yarım kalan yazılarını da eve getirdiği için çok ödevi oluyor. evde de yetiştirememesi normal.
ve öğretmen bunu diğer tüm velilerin içinde söylüyor.
verilmiş 32 sayfa ödevi yetiştiremeyen de benim minik oğlum oluyor.
peki diyorum bu sorunu nasıl çözeriz. doğru kalem tutmayı nasıl öğretiriz.
cevap yok.
ben evde her kalem tutuşunu düzeltmeye çalıştığımda kalemi fırlatıp ağlamaya başlıyor.
bugün bir tahta siparişi verdim internetten zeynep’in önerisini denemek için.kalemi doğru tutturup karala oğlum diyeceğim.
eskiden akşamları kitap okurduk, şimdi yazı ödevi yapmaktan kitap okumaya zaman kalmıyor.
eğitim sisteminin kırık çarkları arasında ezilmekten oğlumu nasıl koruyacağım ben.
dinleyin ağıdımı…
11 Ekim 2011 Salı
şantiye çocuğu*
sessiz duruyorum diye çok zorluyorlar şanslarını. gönderen göndersin kardeşim karışmam.ama sınıftan bir kişi bile eksikse yeni konu işleyemez,kıyametleri koparırım vallahi.
ey anneler, bu ne hırs. bu çocukların evde dinlenmeye, tembellik yapmaya, oyun oynamaya da ihtiyaçları var.
dün akşam 11 sayfa yazı ödevi bir de okuma vermiş öğretmen. ben çalışan bir anneyim, bu kadar ödevi akşam 7'de eve gelen bir çocuk nasıl yapsın.
ben 3.sınıfa kadar etüde metüde göndermem. yeni konu işlenmesine de izin vermem. istiyorsa öğretmen hanım tekrar yapsın.
yarın akşam iş çıkışı toplantıya gidiyorum. iyi oldu yarın olduğu, bu öfkeyle gitsem kırıcı olabilirim. yarına kadar sakinlerim bari.
*şantiye çocuğu pino'nun lafı.ben de katılıyorum ona, proje çocuğu değil, mutlu çocuk istiyorum.
5 Ekim 2011 Çarşamba
yardım lazım anneler
1 Ekim 2011 Cumartesi
küçük eller iş başında
bugünlerde parmak emme seviyesi çok arttı. hatta öyle ki ön üst dişleri öne doğru gelmiş. biraz az em anneciğim diyorum. okula yeni başladım ya çok stresliyim diyor. okula alışıncaya kadar süre verip eğer azaltmazsa profesyonel yardım almayı düşünüyorum. aslında bırakmıştı parmak emmeyi. izmir'e gönderdikten sonra tekrar başladı.
26 Eylül 2011 Pazartesi
kaçak
sebebi bizim ona ödevini yap dememizmiş.
kaçtığı yerde babaannesine öyle demiş.
dün gece de eve gelmedi.
dedesiyle yatınca kabus görmüyormuş.
ergenlik için erken bir yaş değil mi?
23 Eylül 2011 Cuma
bu hafta da bitti
dün tam çocukların okuldan çıkış saatinde patlayan bol şimşekli,fırtınalı yağmur da annelik anksiyatemin azmasına tuz biber oldu. bıdık hala kabus görüyormuş. okulda kitaplarını unuttuğunu, servisi kaçırdığını falan görüyormuş, biz de birlikte yatıyoruz. :)) dudağımdaki uçuk geçti 1,5 hafta sonra oğlumun yumuşak yanaklarından öpebiliyorum çok şükür. akşamları zor da olsa 2'şer sayfalık ödevini yapıyor. bilgisayar oynamak ve tv izlemek istiyor.çok zormuş yazı yazmak, aslında 20 dk'da yapabileceği şeyi öfleyip püflediği ve söylendiği için 1 saatte zor yapıyor. çarşamba günü öğle tatilinde dolabına kitaplarını yerleştirmek için okula gittim.orda diğer çocukların annelerini görünce içim bir hoş oldu.çocukların çantalarını taşıyorlar,sıralarına yerleştiriyorlar.çantalarını açıp yerleştiriyorlar falan. bir an içim bir garip oldu,üzüldüm.sonra oğlumun tüm bunları doğru ya da yanlış, eksik ya da fazla kendisinin yaptığını ve bu onu üzse de bugünlerde deli gibi parmak emse de aslında özgüvenini geliştirdiğini düşünüp kendimi rahatlattım. hatta dün matarasındaki suyu bitmiş kantine gidip kendisine su bile almış.ama dün çok merak ettim. yavrum dün yağmurda servisini bulamamış oralarda ağlamış, sonra bulmuş allahtan. şimdi arkamda kangurusunun göbişine yatmış, elinde ayıcığı parmak emip bakugan izliyor.
kendimi fotoğraftaki ev gibi hissediyorum. yaşanmışlıklardan yorgun, ama bir o kadar da mağrur.
sınav
21 Eylül 2011 Çarşamba
bulantı, bunaltı
15 Eylül 2011 Perşembe
süper anne
üç gündür sağlık raporuydu,ikametgahıydı, kırtasiyesiydi koşturuyorum ya,
bir de arada kışlık konserve domates yaptım ya,
bugün eve geldikten sonra tüm defter ve kitapları kapladım ya,
bir kocam olmasına rağmen tüm kayıt işlemlerini ve alışverişleri tek başıma yaptım ya,
horoz şekerimin okula başlama heyecanını da en çok ben yaşıyorum ve alınan kırtasiye malzemelerine çocuklar gibi seviniyorum ya,
oğlumu ikna edip ben 10 veya bakuganlı değil de düz siyah ve taş gibi bir çanta almayı başardım ve sınıftaki tek farklı çanta onunki oldu ya,
dudaklarımdaki uçuklar, ağrayan ayaklar ve şişmiş gözlere rağmen bu saatte bu yazıyı yazıyorum ya,
süperim ben süper. :)))
6 Eylül 2011 Salı
hatırlattığın için teşekkür ederim
5 Eylül 2011 Pazartesi
deniz kokusu
çayımı yudumlarken deniz kenarından gelip geçen insanları seyrettim, ne kadar çok insan, ne kadar çok farklı hayat olduğunu düşünüp şaştım kaldım. annesinin elinden tutmamakta direnen küçük kızı gözümle okşadım ve yaya yolunda yürümelerine ve hiç araba olmamasına rağmen kızının elini tutması için ısrar eden anneyi anlayamadım. elini tutmayınca yürüyemeyeceğini falan düşünüyordu galiba.
baba ve giderek babasına daha çok benzemeye başladığı için bugünlerde beni gıcık eden küçük oğlum az önce aldıkları oltayla balık tutmak amacıyla oltayı denize atmak için büyük çaba harcarken onları izledim. çayımdan bir yudum daha aldım. martılar öylesine çoktu ve denizin üstünde öylesine güzel süzülüyorlardı ki kesin bir kutlama yapıyorlar diye geçti aklımdan. fatoş olsaydı keşke, fotoğraflarını çekerdi diye düşündüm. hiç görmediğim halde hayatımın parçası haline gelen ve onların sevdikleri şeyleri gördüğümde aklıma gelen blogum vasıtasıyla tanıdığım insanları düşünüp gülümsedim. tam o esnada kocaman bir dalga geldi ve benim acemi balıkçıları sırıksıklam etti. deniz, sizi acemiler böyle rüzgarlı bir günde balık tutmak ne harcınıza alın size dedi ve dalgayla dövdü bizim evin erkeklerini. alel acele döndük eve, hasta olmasınlar diye. böylece benim deniz sefam da yarım kalmış oldu.
deniz ne kadar güzel. beni sakinleştiriyor, mutlu ediyor. hani diyorum ki bazen deniz kenarında bir evim olsa her gece mehtaba karşı içer ve kesin yazar olurdum. iyot kokusu bana rakı kokusunu hatırlatıyor. deniz, rakı, kağıt ve kalem. izmir'i belki de bu yüzden çok özlüyorum.şehrin merkezinde deniz olması ne güzel bir nimet. neyse en azından burda da mudanya var.her ne kadar hafta sonları deli gibi kalabalık olsa da yine de iyot kokusu alabiliyorsun.
şu an saat 1 uyku kaçtı.aklıma birden oğlumun gelecek hafta okula başlayacağı geldi.artık gerçek hayatın içine girme zamanı.kreşteki gibi olmayacak hiçbir şey. umarım çok fazla sorun yaşamaz.12 eylül'de okula başlayacak bıdık.henüz hiçbir şey belli değil, kaydettirmek istediğim okul bizim mahalle dışında olduğu için nakil olup olamayacağı bu hafta belli olacak.sonrasında kıyafet, ayakkabı,çanta alınması gerek. eşim salı günü iş görüşmesi için izmir'e gidecek. pazar günü eşimin yakın bir arkadaşının biga'da düğünü var.benim işlerim çok yoğun. bazen herşey üst üste geliyor. çok heyecanlı ve endişeliyim. küçük bir değişiklik olsun diye saçlarımı kızıla boyadım. saç derim kırmızı, saçlarım ise hafifi kızıl oldu.yarın işe böyle gideceğim.niye bayram tatilinde boyamadım ki! yine gelmeye başladı kırmızı karıncalar. evet şimdi pencereyi açacağım ve derin bir nefes alıp iyot kokusu ve dalga sesi hayal edeceğim.
2 Eylül 2011 Cuma
eylül 2011
bayram gelmiş neyime kan damlar yüreğime
kendimi yapayalnız hissetme dönemim de bitti.