dün oğluşa okuldan ödev vermişler.gökkuşağı resmi suluboya ile boyanacak.resmin arkasında örnek olarak boyanmış bir gökkuşağı var.aldık suluboyamızı geçtik suluboya yapma masamıza.önce resmin arkasına bakıyor sonra boyuyor bıdık.ben bir an boş bulundum ve sıra sarıya geldiğinde o daha resmin arkasına bakmadan şimdi sarıya boyayacaksın dedim.arkasını çevirdi ve gerçekten şaşırdı.şaşkın gözlerle bana bakıp "nerden bildin?" diye sordu. :))))
minik bıdığım benim anneler herşeyi bilir, herşeyi...
boyamamız bitince biraz araba sürdük,sonra sünger bob dergisinin nisan sayısını okuduk,kikirdeyerek yattık. o uyuduktan sonra ben de yatağıma gittim.artık yazılı olarak da bir günlük tutuyorum.biraz günlüğüme yazdım,sonra da parfümün dansı'na devam ettim.sözde yarım saat okuyup yatacaktım.10.30'da başladım 12.00'de zor yattım.kitap beni içine öğlesine aldı ki bir türlü çıkamadım.rüyamda görürüm diye düşünmüştüm,ama o kadar yorgundum ki sabaha kadar deliksiz uyumuşum.
akşamlar eşimin yokluğunda böyle geçip gidiyor.
mavi bıdık ve annesi.süper ikili. :)
31 Mart 2010 Çarşamba
30 Mart 2010 Salı
ne istiyorum?
sessizim bu günlerde kendi içimde yaşıyorum bir çok şeyi hiç düşünmediğim kadar düşünüyorum geçmişi.iki haftadır psikoloğa gidiyorum ya orda konuşuyorum,deşeliyorum derinlere gömdüklerimi.ağlamayacağım diyerek gidiyorum her seferinde ve katıla katıla ağlıyorum.hatta pazar günü evde müzik dinlerken birden hıçkırarak ağlamaya başladım,allahtan evde kimse yoktu,oturdum bir güzel ağladım.ağlamak güzel.insanın düşünceleri daha bir berraklaşıyor sanki.
hayatımın tam ortasında kocaman bir fil var.benim ve herkesin görmezden geldiği.ortada fil var desem insanların beni garipseyeceği,ama var olan bir fil var.benim de yıllardır yanından dolaşıp gittiğim,hep yoluma çıkan ve ilerlememi engelleyen kocaman bir fil var.o filin varlığını kabullenmekle başladım işe.hatırlayıp hatırlayıp ağlamam o yüzden.yıllar önce ağlamam,bağırmam gerekirken tutamadığım yasımı tutmalıyım.
her insanın hayatında yaşadığı bazı travmalar var,benim de var.yok saydığım,önemsemediğim,derinlere gömdüğüm.içimde kaynayan ve beni hep rahatsız eden.en zoru ise doğuştan verilmiş olanları kabul etmek.niye ben diyor insan niye ben?
ferzan özpetek'in karşı pencere filmini izlemek istiyorum.
bu hafta isteklerimi düşünme ödevim var.günde minimum üç kez durup "ben ne istiyorum" diye düşüneceğim.
erasmus'un deliliğe övgü kitabını aldım.parfümün dansı bitince onu okumak istiyorum.üzerimdeki akıllılık ve usluluktan kurtulmalıyım.taşıdıklarım artık ağır geliyor.
cd çalarım bozulduğu için derin affediş meditasyonumu dinleyemiyorum.bu cd'leri mp3 çalara aktarınca da içindeki subliminal mesajlar bozuluyormuş,cd çalarımı tamir ettirmeliyim.tamir ettirmem gereken saatlerim,bir kolyem,ayakkabılarım ve şimdi bir de cd çalarım var.
hayatımın tam ortasında kocaman bir fil var.benim ve herkesin görmezden geldiği.ortada fil var desem insanların beni garipseyeceği,ama var olan bir fil var.benim de yıllardır yanından dolaşıp gittiğim,hep yoluma çıkan ve ilerlememi engelleyen kocaman bir fil var.o filin varlığını kabullenmekle başladım işe.hatırlayıp hatırlayıp ağlamam o yüzden.yıllar önce ağlamam,bağırmam gerekirken tutamadığım yasımı tutmalıyım.
her insanın hayatında yaşadığı bazı travmalar var,benim de var.yok saydığım,önemsemediğim,derinlere gömdüğüm.içimde kaynayan ve beni hep rahatsız eden.en zoru ise doğuştan verilmiş olanları kabul etmek.niye ben diyor insan niye ben?
ferzan özpetek'in karşı pencere filmini izlemek istiyorum.
bu hafta isteklerimi düşünme ödevim var.günde minimum üç kez durup "ben ne istiyorum" diye düşüneceğim.
erasmus'un deliliğe övgü kitabını aldım.parfümün dansı bitince onu okumak istiyorum.üzerimdeki akıllılık ve usluluktan kurtulmalıyım.taşıdıklarım artık ağır geliyor.
cd çalarım bozulduğu için derin affediş meditasyonumu dinleyemiyorum.bu cd'leri mp3 çalara aktarınca da içindeki subliminal mesajlar bozuluyormuş,cd çalarımı tamir ettirmeliyim.tamir ettirmem gereken saatlerim,bir kolyem,ayakkabılarım ve şimdi bir de cd çalarım var.
26 Mart 2010 Cuma
küresel ısınma
DÜNYAMIZI TEHDİT EDEN KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE DİKKATLERİ ÇEKMEK İÇİN
27 MART CUMARTESİ AKŞAMI 20.30-21.30 SAATLERİARASINDA,
TÜM DÜNYADA BİR SAATLİĞİNE IŞIKLAR KAPATILACAKTIR.
DOĞAL HAYATI KORUMA VAKFI'NIN (WWF) "EARTH HOUR" (DÜNYA SAATİ)ADIYLA DÜZENLEYECEĞİ KÜRESEL EYLEME
ben de evimden katılacağım.
27 MART CUMARTESİ AKŞAMI 20.30-21.30 SAATLERİARASINDA,
TÜM DÜNYADA BİR SAATLİĞİNE IŞIKLAR KAPATILACAKTIR.
DOĞAL HAYATI KORUMA VAKFI'NIN (WWF) "EARTH HOUR" (DÜNYA SAATİ)ADIYLA DÜZENLEYECEĞİ KÜRESEL EYLEME
ben de evimden katılacağım.
25 Mart 2010 Perşembe
24 Mart 2010 Çarşamba
açım
açıııııım.çok açııııım.sürekli çiğ salata yemekten yakında yeşereceğim.hakettiğim için bu cezayı sesim çıkmıyor.sık dişini 1,5 hafta kaldı.sonra yine normal diyete geri dönerim.ah akılsız kafam niye yedim onca bisküvi,çikolata ve lüzumsuz bilimum aburcuburu işte böyle salataya talim edersin.
türkiye'de ne oluyor ki?
TAKAS EKONOMİSİ
24 Mart 2010 Çarşamba
Adam omuzları düşük, patronun odasına girer. Üç aydır alamadığı maaşının bir bölümünü çekmek istemektedir. Patron teklifte bulunur: Tazminat hakkından vazgeç, alacaklarını kapatayım.
Adam çaresiz gözlerle patronuna bakar: Beni işten at, tazminatımı ver, ben de borçlarımı ödeyeyim. Patron kabul etmez. Zaten tazminatları ödeyebilecek olsa, firmasını kapatacaktır.
Akşam olur; adam yola düşer. Direkt hatlar kaldırıldığı için, metrobüse kadar yürür. Çünkü iki araçlık parası yoktur cebinde…
Adam eve gelir; ev sahibi kapıya dayanmıştır. Ödeyemediği kirayı istemektedir. Haklıdır da aslına bakılırsa... Biraz zaman ister adam; ev sahibi yeni bir teklifle gelir: Gelip benim evimi boyarsan, sana biraz zaman veririm.
Çaresiz kabul eder. Sonra el arabasını alıp, nohut pilav satmaya gider. Gecenin ayazında yanına zabıta yanaşır. İki porsiyon sipariş verir. Adam parasını ister; zabıta yanıtlar: Burada durmana izin veriyoruz ya… Sesi çıkmaz adamın; çıkamaz…
Seçim zamanı gelir, siyasetçiler uğrar evine… Mahallede kömür dağıtılmaktadır. Ama ona gelip giden yoktur. Düşer yola bir torba da kendisi almak için. Partinin adamı ‘dur’ der. Sen bize oy verdin mi? ‘Hayır’ der adam. Kravatlı partili böbürlenir: ‘Ne zaman oy verirsin, o zaman kömür alırsın.’
Çocuğu okula yazdırma zamanı gelmiştir. Özelde okutacak hali yoktur ya. Tutar çocuğunun elinden gider devlet okuluna… Birden karşısına okul müdürü çıkar. ‘Ne kadar’ der. Bu anayasal hak değil midir?
Devletinin okuluna çocuğunu yazdırmak için de para mı gerekmektedir? Çaresiz, Bakkal Ahmet’in veresiye defterinden borç düşürmek için ayırdığı 50 TL’sini uzatır. Müdür beğenmez ve memura seslenir: Parayı alın, söyleyin karısı da gelsin, okulu temizlesin.
Yorgun argın eve atar kendini adam. Tek eğlencesi televizyonu açar. Başbakan konuşmaktadır.
“Hiçbir çalışanımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz, sağlam gideceğiz, ama sürekli üstüne koyarak gideceğiz. Ekonomimizde iyileşme sürdüğü müddetçe adım adım ilerleyerek çok daha iyi noktalara geleceğiz, buna da bütün samimiyetimizle inanıyoruz.” (Ulusa Sesleniş Ocak 2010)
Adam hesap eder. Fakat anlatılanlarla cebindeki tutmaz. Kapı çalınır, postacı gelir. Elinde bir kağıt; bankadan gelmektedir. Üç gün içinde borcunu ödemezse, banka kredi kartı borcundan dolayı icra işlemlerini başlatacağını anlatıyordur.
Adam sakince kağıdı masanın üzerine koyar, pencereye doğru ilerler ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar: ‘Satılık vatandaş var! Gururumu oyla takas ediyorum’ diye bağırır.
Sonra tekrar televizyonu açar. Haberler başlamıştır. Siyasiler anayasa değişikliğinden, AB ilişkilerinden, Silivri’deki davadan ve nicelerinden bahsetmektedir.
Anlatılanları duymaz bile… Çünkü cüzdanıyla çocuğu arasında bırakılan onurunu, takas ekonomisinden nasıl kurtarabileceğini düşünmektedir.
Ve birileri çıkıp ona sorar? Türkiye’de olup bitine karşı neden duyarsız kalıyorsun, neden sesini çıkarmıyorsun? Sessizce yanıtlar: Türkiye’de ne oluyor ki?
Çetin Ünsalan
24 Mart 2010 Çarşamba
Adam omuzları düşük, patronun odasına girer. Üç aydır alamadığı maaşının bir bölümünü çekmek istemektedir. Patron teklifte bulunur: Tazminat hakkından vazgeç, alacaklarını kapatayım.
Adam çaresiz gözlerle patronuna bakar: Beni işten at, tazminatımı ver, ben de borçlarımı ödeyeyim. Patron kabul etmez. Zaten tazminatları ödeyebilecek olsa, firmasını kapatacaktır.
Akşam olur; adam yola düşer. Direkt hatlar kaldırıldığı için, metrobüse kadar yürür. Çünkü iki araçlık parası yoktur cebinde…
Adam eve gelir; ev sahibi kapıya dayanmıştır. Ödeyemediği kirayı istemektedir. Haklıdır da aslına bakılırsa... Biraz zaman ister adam; ev sahibi yeni bir teklifle gelir: Gelip benim evimi boyarsan, sana biraz zaman veririm.
Çaresiz kabul eder. Sonra el arabasını alıp, nohut pilav satmaya gider. Gecenin ayazında yanına zabıta yanaşır. İki porsiyon sipariş verir. Adam parasını ister; zabıta yanıtlar: Burada durmana izin veriyoruz ya… Sesi çıkmaz adamın; çıkamaz…
Seçim zamanı gelir, siyasetçiler uğrar evine… Mahallede kömür dağıtılmaktadır. Ama ona gelip giden yoktur. Düşer yola bir torba da kendisi almak için. Partinin adamı ‘dur’ der. Sen bize oy verdin mi? ‘Hayır’ der adam. Kravatlı partili böbürlenir: ‘Ne zaman oy verirsin, o zaman kömür alırsın.’
Çocuğu okula yazdırma zamanı gelmiştir. Özelde okutacak hali yoktur ya. Tutar çocuğunun elinden gider devlet okuluna… Birden karşısına okul müdürü çıkar. ‘Ne kadar’ der. Bu anayasal hak değil midir?
Devletinin okuluna çocuğunu yazdırmak için de para mı gerekmektedir? Çaresiz, Bakkal Ahmet’in veresiye defterinden borç düşürmek için ayırdığı 50 TL’sini uzatır. Müdür beğenmez ve memura seslenir: Parayı alın, söyleyin karısı da gelsin, okulu temizlesin.
Yorgun argın eve atar kendini adam. Tek eğlencesi televizyonu açar. Başbakan konuşmaktadır.
“Hiçbir çalışanımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz, sağlam gideceğiz, ama sürekli üstüne koyarak gideceğiz. Ekonomimizde iyileşme sürdüğü müddetçe adım adım ilerleyerek çok daha iyi noktalara geleceğiz, buna da bütün samimiyetimizle inanıyoruz.” (Ulusa Sesleniş Ocak 2010)
Adam hesap eder. Fakat anlatılanlarla cebindeki tutmaz. Kapı çalınır, postacı gelir. Elinde bir kağıt; bankadan gelmektedir. Üç gün içinde borcunu ödemezse, banka kredi kartı borcundan dolayı icra işlemlerini başlatacağını anlatıyordur.
Adam sakince kağıdı masanın üzerine koyar, pencereye doğru ilerler ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar: ‘Satılık vatandaş var! Gururumu oyla takas ediyorum’ diye bağırır.
Sonra tekrar televizyonu açar. Haberler başlamıştır. Siyasiler anayasa değişikliğinden, AB ilişkilerinden, Silivri’deki davadan ve nicelerinden bahsetmektedir.
Anlatılanları duymaz bile… Çünkü cüzdanıyla çocuğu arasında bırakılan onurunu, takas ekonomisinden nasıl kurtarabileceğini düşünmektedir.
Ve birileri çıkıp ona sorar? Türkiye’de olup bitine karşı neden duyarsız kalıyorsun, neden sesini çıkarmıyorsun? Sessizce yanıtlar: Türkiye’de ne oluyor ki?
Çetin Ünsalan
23 Mart 2010 Salı
dost
"Yakınlık başka bir boyuttur. Diğerinin senin içine girmesine izin vermektir, seni senin gördüğün gibi görmesine izin vermek; diğerinin seni senin içinden görmesine izin vermek, bir insanı varlığının en derin noktasına davet etmek. Modern dünyada yakınlık giderek kayboluyor.
Sevgililer bile yakın değil. Dostluk sadece bir kelime artık,giderek kayboluyor. Neden? Çünkü paylaşacak bir şey yok. İçindeki yoksulluğu kim göstermek ister? Eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakinin yakın olmasına da yol açabilirsin. Senin açıklığın, onun açık olmasını kolaylaştırır. Senin içtenliğin, onun içtenliğine, masumluğuna, güvenine, sevgisine, açıklığına izin verir. "
osho
evlendiğimden beri yakın olduğum hiç kimse yok,eski arkadaşlarımla da yakın değilim artık.eşimle de yakın değilim.dostum diyebileceğim sadece bir kişi olmuş hayatımda,beni benim gördüğüm gibi gören sadece bir kişi.o yüzden belki de derin yalnızlığım.eski yıllarda da yakınırdım hep,niye kimse beni anlamıyor,niye benim az arkadaşım var diye.annem de kızardı.ben mi sana arkadaş bulacağım diye.benim sorunlarımdan biri de bu işte.yakın olamamak.kiminle olursam olayım,anne babamla,eşimle,arkadaşlarımla, hep arada bir mesafe var,kimsenin girmesine izin vermediğim ve belki de bu yüzden kimseyle samimi olamadığım bir koruma kalkanım var çevremde.
Sevgililer bile yakın değil. Dostluk sadece bir kelime artık,giderek kayboluyor. Neden? Çünkü paylaşacak bir şey yok. İçindeki yoksulluğu kim göstermek ister? Eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakinin yakın olmasına da yol açabilirsin. Senin açıklığın, onun açık olmasını kolaylaştırır. Senin içtenliğin, onun içtenliğine, masumluğuna, güvenine, sevgisine, açıklığına izin verir. "
osho
evlendiğimden beri yakın olduğum hiç kimse yok,eski arkadaşlarımla da yakın değilim artık.eşimle de yakın değilim.dostum diyebileceğim sadece bir kişi olmuş hayatımda,beni benim gördüğüm gibi gören sadece bir kişi.o yüzden belki de derin yalnızlığım.eski yıllarda da yakınırdım hep,niye kimse beni anlamıyor,niye benim az arkadaşım var diye.annem de kızardı.ben mi sana arkadaş bulacağım diye.benim sorunlarımdan biri de bu işte.yakın olamamak.kiminle olursam olayım,anne babamla,eşimle,arkadaşlarımla, hep arada bir mesafe var,kimsenin girmesine izin vermediğim ve belki de bu yüzden kimseyle samimi olamadığım bir koruma kalkanım var çevremde.
19 Mart 2010 Cuma
ben kazana düştüm
kırık hevesler ve beklentilerle geçiyor ömrüm.5-27 mart arası nilüfer belediyesince düzenlenen tiyatro festivali var,ilk duyduğumda çok heyecanlandım ve gitmek için 5-6 tane oyun seçtim yıldız kenter’in oynadığı kraliçe lear,genco erkal’ın oynadığı bir oyun,sakıncalı piyade,zuhal olcay’ın bir oyunu.heyecanlı heyecanlı bilet almaya gittim.tabi ki hiçbirine bilet kalmamış.benim zaten 5 mart’ta haberim oldu,ertesi gün de bilet almaya gittim.istediğim hiçbir oyuna bilet bulamadım.sadece bir oyun için iki kişilik bilet buldum.dugün akşam tiyatroya iki kişlik biletim var,eşim seyahatten bugün geldi.az once telefonda bana yorgunum diyerek kendini acındırıyor.oyuna gitmeyelim istersen sen evde dinlen diyeceğimi sanıyordu,ama yanıldı. :)
bugün diyetisyenime gittim.malum yaklaşık bir aydır depresyon gibim birşey geçiriyorum gene.neyse ki gökyüzü mavi giyisisini giyindi de biraz iyiyim.yarın sabah 10’da psikolog randevum var.500 gr geri almışım.gülcan’cım bana çok kızdı ve ceza diyeti yazdı.şöyle ki:
08.30-1/2 simit+peynir+yeşillik
10.00-1 meyve
12.30-1 porsiyon ana yemek+salata+1 dilim ekmek
15.00-1 meyve
18.00:1 meyve
20.00-Salata+1 kase yoğurt
bana yemek falan yok,ben kazana düştüm.
başladığım her işi yarım bırakıyorum.istikrar sorunum var benim,destek almam gereken ilk konu bu galiba.ne dersin?
eşime 21 mart günü pikniğe falan gidelim diyorum.her yerde olaylar var gitmeyelim diyor.ne yani birkaç çapulcu nevruzu kendilerine mal etmek isteyi polay çıkarıyorsa biz niye bayramımızdan vazgeçip kendimizi eve kapatalım anlamıyorum.bizim köyde nevruz çörekleri yapılır o gün, herkes birbirine çörek dağıtır.tüm köy mis gibi çörek kokar.gençler toplanır,evlerde eğlenceler düzenlenir.yörük köyü bizim köyümüz.nevruzu da kutlarız,hıdırellizi de .şimdi ben niye korkup kendi geleneğimden vazgeçeyim.
diyete devam,
hadi be içimdeki küçük kız.mızıkçılık yapıp durma artık.
içimdeki yetişkin sen de bu yaramaza sözünü geçir ama artık.
not:derin affediş meditasyonu cd'sini uyumadan sonuna kadar dinlemeyi halen başaramadım.
bugün diyetisyenime gittim.malum yaklaşık bir aydır depresyon gibim birşey geçiriyorum gene.neyse ki gökyüzü mavi giyisisini giyindi de biraz iyiyim.yarın sabah 10’da psikolog randevum var.500 gr geri almışım.gülcan’cım bana çok kızdı ve ceza diyeti yazdı.şöyle ki:
08.30-1/2 simit+peynir+yeşillik
10.00-1 meyve
12.30-1 porsiyon ana yemek+salata+1 dilim ekmek
15.00-1 meyve
18.00:1 meyve
20.00-Salata+1 kase yoğurt
bana yemek falan yok,ben kazana düştüm.
başladığım her işi yarım bırakıyorum.istikrar sorunum var benim,destek almam gereken ilk konu bu galiba.ne dersin?
eşime 21 mart günü pikniğe falan gidelim diyorum.her yerde olaylar var gitmeyelim diyor.ne yani birkaç çapulcu nevruzu kendilerine mal etmek isteyi polay çıkarıyorsa biz niye bayramımızdan vazgeçip kendimizi eve kapatalım anlamıyorum.bizim köyde nevruz çörekleri yapılır o gün, herkes birbirine çörek dağıtır.tüm köy mis gibi çörek kokar.gençler toplanır,evlerde eğlenceler düzenlenir.yörük köyü bizim köyümüz.nevruzu da kutlarız,hıdırellizi de .şimdi ben niye korkup kendi geleneğimden vazgeçeyim.
diyete devam,
hadi be içimdeki küçük kız.mızıkçılık yapıp durma artık.
içimdeki yetişkin sen de bu yaramaza sözünü geçir ama artık.
not:derin affediş meditasyonu cd'sini uyumadan sonuna kadar dinlemeyi halen başaramadım.
bebek
bir erkek çocuk annesi daha olmuşum,bebek yeni doğmuş olmasına rağmen sanki 2aylık gibi,benim oğluş erken doğduğu için doğduğunda minicikti.belki de içimde onun uktesi kalmış.bebişi emziriyorum,bir emiyor cuk cuk.oğluşumu çok zor emzirmiştim.bebişi emzirirken oğlum geliyor oyun oynamak istiyor,biraz sonra anneceğim diyorum boynunu büküp gidiyor.öyle üzülüyorum ki,sanki oğluma haksızlık yapmışım gibi hissediyorum.
dün akşam oip http://olmadikislerpesinde.blogspot.com 'in blogunda çocuklarıyla ilgili yazdıklarını okumuştum,ondan etkilendim galiba.
dün akşam oip http://olmadikislerpesinde.blogspot.com 'in blogunda çocuklarıyla ilgili yazdıklarını okumuştum,ondan etkilendim galiba.
18 Mart 2010 Perşembe
su gibi
Hadi...Sen şimdi "su olduğunu" düşün
ve kendini "su gibi" hisset...
su gibi özel,su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı...
su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu hatırla...
ama yine su gibi "bir küçük bardağın içine" sığdır ki kendini;
girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Hayat ver...vazgeçilmez ol!
Ömer Hayyam
21 mart nevruz,yeni yılın ilk günü.
22 mart dünya su günü.
:))))
yanıtlar
ben eskiden hiç böyle değildim.nefes almadan deli gibi çalışırdım.kendimi iş için paralardım.ne oldu da işten güçten böyle soğudum.elim işe varmıyor.yakında uyarı falan alırsam şaşmam.elimdeki işlerin bitip bitmediğini sorunca ne cevap vereceğim.
-canım çalışmak istemedi yapmadım.
-evraklar eksik,bilgiler yetersiz olduğu için iş motivasyonum düştü bitiremedim.
-beni bu bulutlu havalar mahvetti.söz baharda daha çok çalışacağım.
-ben iflah olmam,bakın çareme.
-canım çalışmak istemedi yapmadım.
-evraklar eksik,bilgiler yetersiz olduğu için iş motivasyonum düştü bitiremedim.
-beni bu bulutlu havalar mahvetti.söz baharda daha çok çalışacağım.
-ben iflah olmam,bakın çareme.
kendine benim için gül ver
(Sensizlikle flört etmeyi sen değil, sensizlik bilir;
sesi ses, sessizliği sensizlik bilir…)
Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin
ellerinden tut!
Çok ağrımış kendinin, siyah
ve ayaz kendinin.
Hep avuttuğum düşler için bana bir gül ver...
Bak, Palandöken dağlarında karlar erimiş,
teknelerle kol kola bir bahar sulara inmiş;
dağlar için, sular için bana bir gül ver.
Bir gül ver söküldüğüm günler için
-ve önce kendinin ellerinden tut.-
Kendimin ellerinden tutunca,
içimden nehirler gibi akmak geliyor;
yollara çıkmak, yolculuklara bakmak geliyor.
Geberesiye içip salaş meyhanelerde,
buralardan böyle ceketsiz kaçmak geliyor…
Tutunca kendimin ellerinden,
pusulasız gemilerde yatmak;
yaşlı ve şefkatli bir azizenin koynunda
sabaha dek kıpırtısız susmak geliyor…
Sevgilim, iyi insan, tutunca ellerimden,
ömrümün içinden akmak geliyor...
(Sessizlik sensizliği ezbere bilir;
sensizlik her şeyi bilir...)
Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin
ellerinden tut;
sonra bana aşkı öğretmeyen kendimin
ellerinden...
Bak, yıllarım sırılsıklam/ yağmurlar giymiş,
günlerin avlusuna yeni yeni çocuklar inmiş;
dağlar için, sular için bana bir gül ver.
Avuttuğum düşler için bana bir gül.
Bir
gül
pusulasız gemiler, sökülmüş günler için...
(Ben bütün yeşillerimi inatçı ayazlara çaldırdım;
sen kendinin ellerinden tut
ve kendine benim için bir gül ver.)
Kendine
bir
gül(ü) ver
Yılmaz Odabaşı
sesi ses, sessizliği sensizlik bilir…)
Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin
ellerinden tut!
Çok ağrımış kendinin, siyah
ve ayaz kendinin.
Hep avuttuğum düşler için bana bir gül ver...
Bak, Palandöken dağlarında karlar erimiş,
teknelerle kol kola bir bahar sulara inmiş;
dağlar için, sular için bana bir gül ver.
Bir gül ver söküldüğüm günler için
-ve önce kendinin ellerinden tut.-
Kendimin ellerinden tutunca,
içimden nehirler gibi akmak geliyor;
yollara çıkmak, yolculuklara bakmak geliyor.
Geberesiye içip salaş meyhanelerde,
buralardan böyle ceketsiz kaçmak geliyor…
Tutunca kendimin ellerinden,
pusulasız gemilerde yatmak;
yaşlı ve şefkatli bir azizenin koynunda
sabaha dek kıpırtısız susmak geliyor…
Sevgilim, iyi insan, tutunca ellerimden,
ömrümün içinden akmak geliyor...
(Sessizlik sensizliği ezbere bilir;
sensizlik her şeyi bilir...)
Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin
ellerinden tut;
sonra bana aşkı öğretmeyen kendimin
ellerinden...
Bak, yıllarım sırılsıklam/ yağmurlar giymiş,
günlerin avlusuna yeni yeni çocuklar inmiş;
dağlar için, sular için bana bir gül ver.
Avuttuğum düşler için bana bir gül.
Bir
gül
pusulasız gemiler, sökülmüş günler için...
(Ben bütün yeşillerimi inatçı ayazlara çaldırdım;
sen kendinin ellerinden tut
ve kendine benim için bir gül ver.)
Kendine
bir
gül(ü) ver
Yılmaz Odabaşı
17 Mart 2010 Çarşamba
doğru sorular
"Bugün"lerimiz üç gün,üç ay, üç yıl önce yaptığımız seçimlerimizin sonucudur.
Bugünkü yaşamımız kötü şansla, ebeveynlerimizin, eşlerimizn ya da patronlarımızı hatasıyla oluşmamıştır;yaşamımız bir çöp kutusu değildir. Bu hem iyi hem de kötü haberdir. Kötü olan tarafı,yaşamımızdan sadece bizim sorumlu olmamızdır.İyi olan tarafıysa,yaşamımızı değiştirme gücü sadece bize aittir ve bu seçimi şu anda yapabiliriz.
Hayatımızın farklı olmasını istiyorsak, o zaman şu andan itibaren farklı seçimler yapmalıyız.
Doğru sorular:
*Bu seçim,beni ilham verici bir geleceğe mi götürecek yokssa geçmişe saplanıp kalmama mı neden olacak?
*Bu seçim yaşamıma güç mü katacak yoksa yaşam enerji mi çalacak?
*Bu durumu büyümek ve gelişmek için bir katalizör olarak mı yoksa kendimi yıpratmak için mi kullanacağım?
*Bu seçim beni güçlendirecek mi yoksa güçsüz mü bırakacak?
*Bu inançtan mı yoksa korkudan mı kaynaklanan bir seçim?
*Bu seçimi kendimi sevdiğimden mi yoksa kendimi sabote etmek için mi yapıyorum?
*Kendim için mi yaşıyorum yoksa bir başkasını mı memnun etmeye çalışıyorum?
*Neyin doğru olduğuna mı yoksa neyin yanlış olduğuna mı bakıyorum?
*Bu seçim beni uzun süreli olarak mı tatmin edecek, yoksa kısa süreli mi?
*Tanrısal olan özbenliğimin mi yoksa insani boyutum olan egomun yönlendirmesiyle mi seçimlerimi yapıyorum?
Kaliteli seçimler yapmak için net olmaya ihtiyacımız vardır.
Yaşamımda bir şeyleri değiştirmem gerektiğini biliyordum ama yanlış olanın ne olduğundan,ne yapmam ve hangi doğrultuda gitmem gerektiğinden emin değildim.
Seçimlerimiz davranışlarımızı belirler.Yaptığımız her seçim içsel ateşimizi ya körükler ya da söndürür.
Bugünkü yaşamımız kötü şansla, ebeveynlerimizin, eşlerimizn ya da patronlarımızı hatasıyla oluşmamıştır;yaşamımız bir çöp kutusu değildir. Bu hem iyi hem de kötü haberdir. Kötü olan tarafı,yaşamımızdan sadece bizim sorumlu olmamızdır.İyi olan tarafıysa,yaşamımızı değiştirme gücü sadece bize aittir ve bu seçimi şu anda yapabiliriz.
Hayatımızın farklı olmasını istiyorsak, o zaman şu andan itibaren farklı seçimler yapmalıyız.
Doğru sorular:
*Bu seçim,beni ilham verici bir geleceğe mi götürecek yokssa geçmişe saplanıp kalmama mı neden olacak?
*Bu seçim yaşamıma güç mü katacak yoksa yaşam enerji mi çalacak?
*Bu durumu büyümek ve gelişmek için bir katalizör olarak mı yoksa kendimi yıpratmak için mi kullanacağım?
*Bu seçim beni güçlendirecek mi yoksa güçsüz mü bırakacak?
*Bu inançtan mı yoksa korkudan mı kaynaklanan bir seçim?
*Bu seçimi kendimi sevdiğimden mi yoksa kendimi sabote etmek için mi yapıyorum?
*Kendim için mi yaşıyorum yoksa bir başkasını mı memnun etmeye çalışıyorum?
*Neyin doğru olduğuna mı yoksa neyin yanlış olduğuna mı bakıyorum?
*Bu seçim beni uzun süreli olarak mı tatmin edecek, yoksa kısa süreli mi?
*Tanrısal olan özbenliğimin mi yoksa insani boyutum olan egomun yönlendirmesiyle mi seçimlerimi yapıyorum?
Kaliteli seçimler yapmak için net olmaya ihtiyacımız vardır.
Yaşamımda bir şeyleri değiştirmem gerektiğini biliyordum ama yanlış olanın ne olduğundan,ne yapmam ve hangi doğrultuda gitmem gerektiğinden emin değildim.
Seçimlerimiz davranışlarımızı belirler.Yaptığımız her seçim içsel ateşimizi ya körükler ya da söndürür.
affetmek özgürleşmektir
güneş yine kayboldu bursa'da.nazlı bir gelin gibi bahar,bir türlü yüzünü göstermiyor.nevruz'u bekliyor galiba.yeni yılın ilk günü 21 mart.o zaman gelecek işte bahar,ben de godot'u bekler gibi bekliyorum salkım söğütlerin altında görünmez olacağım,iğde ağaçlarının kokusundan sarhoş olacağım günleri.
bugün öğlene kadar iyi çalıştım, ne zamanki güneş gitti ben de bittim.kendimin bir üst level'ına çıkıp şarjlı versiyonuma ulaşmalıyım. evde oğlumla kovalamaca falan oynarken eğer üç dört kez beni yendiyse anne ben şimdi level atladım artık turbo motorlarım var diyor.bilgisayar canavarı ne olacak :) .
iki gündür akşamları hiç kitap okumuyorum.bıdık uykuya ben kulağımda kulaklık yatağıma...nil gün'ün derin affediş meditasyonu cd'sini dinliyorum.henüz sonuna kadar dinlemeyi başaramadım.cd'nin bir yerinde uyuyakalıyorum.sonra gece bir ara uyanıp kulaklığı çıkarıp cd çaları yataktan alıp komidine koyuyorum.
ilk gün affedeceğim ilk yüzü düşününce aklıma ilk annem geldi.dünyada en çok sevdiğimiz insanlar en çok da kırıldığımız kızdığımız insanlar oluyor.aslında acılar içinde bir çocukluğum olmadı.hasta bir abi ve bir küçük kardeş,babam sürekli işte olduğu için bizi tek başına yetiştirmeye çalışan ve sevgisini hiç göstermeyen,belki de göstermeye vakti olmayan karnımızı tok,sırtımızı pek tutan ve sevginin böyle gösterildiğini öğrenmiş bir anne.canım annem,senin yaşadıklarının,çektiklerinin onda birini bile yaşamayan ben öylesine bıkıyorum ki bazen hayattan sen nasıl yaşamışsın ve dayanmışsın bu hayata şaşıyorum.seni affediyorum anne,sen de beni affet.
ikinci gün affedeceğim kişi olarak ilk gözümün önüne gelen eski erkek arkadaşım oldu.1,5 yıl boyunca beni tavlamak için peşimden koşan hatta izmir'e gelebilmek için hiç aklında yokken üniversite sınavını kazanıp izmir'e gelen 3 yıl çıktığım ve sonra beni birgün hiç bir açıklama yapmadan terkeden hayatımdaki en lüzumsuz insanlardan biri.boşa geçmiş koskoca 4,5 yıl.seni de içimdeki küçük kıza verdiğin zarardan dolayı affediyorum.senin beni affetmene neden olacak hiç birşey yapmadım olsa olsa teşekkür etmen lazım.çünkü sen babil'in asma bahçesinde birinci kattayken ben seni 10.kata çıkardım,ama senin yüzünden ben de uzun yıllar 10.katta kısılıp kaldım.oysa çok daha yukarılara çıkabilirdim.
bugün üçüncü gün.eski sevgilime ilişkin daha yoğun bir affediş meditasyonu yapmalıyım galiba.bu satırları yazarken bile hala kendime heba ettiğim yıllarım için öfkeleniyorum.
aslında biraz param ve zamanım olsa kuraldışı'nın istanbul'daki work shoplarına katılmak istiyorum.istekler hiç bitmiyor.neyse ben de cd'ler ve kitaplarla idare ediyorum şimdilik,ama nil gün'ün pozitif sesi bana iyi geliyor.bir de 21 gün düzenli olarak dinlemeyi becerebilsem işe yarayacak,ama ben her şeyi olduğu gibi onu da yarım bırakıyorum. bugünkü amacım uyumadan sonuna kadar dinleyebilmek :))
doğmamış kızıma
Bütün insanları dostun bil, kardeşin bil kızım
Sevincin ürünüdür insan, nefretin değil
Zulmün önünde dimdik tut onurunu
Sevginin önünde eğil kızım
Ataol Behramoğlu
kızım yok benim,dünyalar güzeli bir oğlum var.erkek dünyasını biraz daha anlamamı sağlayan ve aslında çevremizde gördüğümüz yontulmamış erkeklerin de anneleri tarafından hatalı yetiştirilen çocuklar oldukları için öyle olduğunu gördüğüm bir oğlum var. her erkek çocuk gibi hoplayıp zıplamayı, arabaları seven,boyama yapmaktan hoşlanmayan bir çocuk.pazartesi günleri çok zor,çünkü el sanatları dersi var,ama sayıları ya da ingilizceyi çok seviyor.2'şer 2'şer, 5'şer 5'er sayıyor,gel gör ki şu resmi boyayalım diyince iki dakikada yoruluveriyor.
şimdi hasta ve evde yatıyor.iyi ki dedesi var.gözüm arkada değil.bense işe gelmek zorundayım.dün okula gönderdim,ama çok burnu akınca ve halsiz olunca sen yarın gelme demişler.bu yıl okul biraz daha zor.çocuklar büyüdükçe daha bir acımasızlaşıyorlar.cuma günü aramızda beni çok şaşırtan şu konuşma geçti :
pantolonunun altındaki pijamayı göstererek
-anne bana bunu giydiriyorsunuz ben okulda küçük düşüyorum .
-niye anneciğim!!!???
-okulda benimle dalga geçtiler.
-biz onu sen üşüyüp hasta olma diye giydiriyoruz anneceğim.
dedim ve konuyu kapattım.
sonra akşam evde pinokyo okurken orda pinokyonun babasının kıyafetleri eski ve yamalıydı.
-bak anneciğim gepetto'nun kıyafetleri eski ve yamalı, ama o çok iyi biri .kıyafetleri eski diye onunla dalga geçilir mi?
-hayır anne.
-insanlar kıyafetlerimizle dalga geçti diye küçük düşmeyiz.çünkü kıyafetleri yüzünden insanlarlda dalga geçmek çok yalnış bir davranıştır.önemli olan üzerimizdeki kıyafetler değil,nasıl bir insan olduğumuzdur.bak gepetto'da da üzerindeki ceketi satıp oğlu pinokya'ya kitap defter alıyor.şimdi ceketi yok diye gepetto'yla dalga mı geçelim?
öyle baktı yüzüme bıdık ve sıkıca sarıldım ona.çocuklar bazen çok acımasız olabiliyor,ama bunu onlara öğreten de bizleriz.
evet benim bir oğlum var.duygusal,içli ve alıngan.
ben tek çocukla bile zor başederken iki,üç çocuklu anneleri yürekten kutluyorum.keşke bu kadar korkmasaydım bir de kızım olsun isterdim.
ama korkuyorum,önce sağlık sorunlarım yüzünden ölmekten.sonra oğluma haksızlık etmekten,sonra da böyle bir dünyaya bir çocuk daha getirip ona haksızlık etmekten.
Sevincin ürünüdür insan, nefretin değil
Zulmün önünde dimdik tut onurunu
Sevginin önünde eğil kızım
Ataol Behramoğlu
kızım yok benim,dünyalar güzeli bir oğlum var.erkek dünyasını biraz daha anlamamı sağlayan ve aslında çevremizde gördüğümüz yontulmamış erkeklerin de anneleri tarafından hatalı yetiştirilen çocuklar oldukları için öyle olduğunu gördüğüm bir oğlum var. her erkek çocuk gibi hoplayıp zıplamayı, arabaları seven,boyama yapmaktan hoşlanmayan bir çocuk.pazartesi günleri çok zor,çünkü el sanatları dersi var,ama sayıları ya da ingilizceyi çok seviyor.2'şer 2'şer, 5'şer 5'er sayıyor,gel gör ki şu resmi boyayalım diyince iki dakikada yoruluveriyor.
şimdi hasta ve evde yatıyor.iyi ki dedesi var.gözüm arkada değil.bense işe gelmek zorundayım.dün okula gönderdim,ama çok burnu akınca ve halsiz olunca sen yarın gelme demişler.bu yıl okul biraz daha zor.çocuklar büyüdükçe daha bir acımasızlaşıyorlar.cuma günü aramızda beni çok şaşırtan şu konuşma geçti :
pantolonunun altındaki pijamayı göstererek
-anne bana bunu giydiriyorsunuz ben okulda küçük düşüyorum .
-niye anneciğim!!!???
-okulda benimle dalga geçtiler.
-biz onu sen üşüyüp hasta olma diye giydiriyoruz anneceğim.
dedim ve konuyu kapattım.
sonra akşam evde pinokyo okurken orda pinokyonun babasının kıyafetleri eski ve yamalıydı.
-bak anneciğim gepetto'nun kıyafetleri eski ve yamalı, ama o çok iyi biri .kıyafetleri eski diye onunla dalga geçilir mi?
-hayır anne.
-insanlar kıyafetlerimizle dalga geçti diye küçük düşmeyiz.çünkü kıyafetleri yüzünden insanlarlda dalga geçmek çok yalnış bir davranıştır.önemli olan üzerimizdeki kıyafetler değil,nasıl bir insan olduğumuzdur.bak gepetto'da da üzerindeki ceketi satıp oğlu pinokya'ya kitap defter alıyor.şimdi ceketi yok diye gepetto'yla dalga mı geçelim?
öyle baktı yüzüme bıdık ve sıkıca sarıldım ona.çocuklar bazen çok acımasız olabiliyor,ama bunu onlara öğreten de bizleriz.
evet benim bir oğlum var.duygusal,içli ve alıngan.
ben tek çocukla bile zor başederken iki,üç çocuklu anneleri yürekten kutluyorum.keşke bu kadar korkmasaydım bir de kızım olsun isterdim.
ama korkuyorum,önce sağlık sorunlarım yüzünden ölmekten.sonra oğluma haksızlık etmekten,sonra da böyle bir dünyaya bir çocuk daha getirip ona haksızlık etmekten.
16 Mart 2010 Salı
canım günlük
güneşli bir güne başlamıştım bursa'da elimdeki işleri bitirebilmem için yeterince enerji toplarım güneşten diye düşünmüştüm.peki ne oldu.kara bulutlar güneşimi çaldı.bulutlar elimdeki işleri de alıp götürsenize.bir fırtına kopsa,hortum olsa ve masamdaki tüm kağıtları alıp götürse,tertemiz pırıl pırıl bir masam olsa.
dün oğluşu doktora götürdüm.hafif öksürüyor,ama ortalıktaki zatürre salgını beni de paranoyak yaptı.neyse ki çok ciddi bir şeyi yokmuş,ama antibiyotiği de aldık.kendime de 25.03.2010'a psikolog randevusu aldım.
hafta sonu bursa'da arkadaşlarla inanç turizmi yaptık.önce tezveren dede,somuncu baba'ya gittik,ordan da ulucamiye gidip dua ettik.ben her zamanki gibi ağladım.niye mahallemizdeki camiye istediğimiz zaman gidip dua edemiyoruz?(bizim mahalledeki namaz saatleri dışında kadınları almıyor) dua etmek ruhuma iyi gelmişti,ama ertesi gün yine kötü hissettim.
kocama gıcığım bu günlerde.hani var ya amerikan güreşçileri havaya zıplayıp birbirlerinin üstüne hopluyor öyle üstünde tepinesim var bugünlerde.dün çocuğu hastaneye götürdük.bugün sabah beni işe bırakırken diyor ki ben seyahate gidiyorum birşey diyor musun?zıkkım diyorum zıkkııııımm.çocuk hasta diyorum huuuu!!hem seyahate gideceksen akşamdan söylesene be adam.zıkkımın kökü yani.
önümde işler yığılı yine ve ben buraya yazıyorum.her işim yarım.kafamı duvara vursam ayarlarım yerine gelir mi acaba?
saat 17:29 itibariyle durum raporu:
sabah gelip güneşimi kapatan bulutlar baktılar ki ben çok sinirleniyorum.bulaşmayalım şu çatlağa diyerek tüydüler.gökyüzü masmavi.ben de elimdeki işin bir kısmını bitirdim.
yaşasın güneş!!!
:)))))))))
dün oğluşu doktora götürdüm.hafif öksürüyor,ama ortalıktaki zatürre salgını beni de paranoyak yaptı.neyse ki çok ciddi bir şeyi yokmuş,ama antibiyotiği de aldık.kendime de 25.03.2010'a psikolog randevusu aldım.
hafta sonu bursa'da arkadaşlarla inanç turizmi yaptık.önce tezveren dede,somuncu baba'ya gittik,ordan da ulucamiye gidip dua ettik.ben her zamanki gibi ağladım.niye mahallemizdeki camiye istediğimiz zaman gidip dua edemiyoruz?(bizim mahalledeki namaz saatleri dışında kadınları almıyor) dua etmek ruhuma iyi gelmişti,ama ertesi gün yine kötü hissettim.
kocama gıcığım bu günlerde.hani var ya amerikan güreşçileri havaya zıplayıp birbirlerinin üstüne hopluyor öyle üstünde tepinesim var bugünlerde.dün çocuğu hastaneye götürdük.bugün sabah beni işe bırakırken diyor ki ben seyahate gidiyorum birşey diyor musun?zıkkım diyorum zıkkııııımm.çocuk hasta diyorum huuuu!!hem seyahate gideceksen akşamdan söylesene be adam.zıkkımın kökü yani.
önümde işler yığılı yine ve ben buraya yazıyorum.her işim yarım.kafamı duvara vursam ayarlarım yerine gelir mi acaba?
saat 17:29 itibariyle durum raporu:
sabah gelip güneşimi kapatan bulutlar baktılar ki ben çok sinirleniyorum.bulaşmayalım şu çatlağa diyerek tüydüler.gökyüzü masmavi.ben de elimdeki işin bir kısmını bitirdim.
yaşasın güneş!!!
:)))))))))
15 Mart 2010 Pazartesi
düzen
12 Mart 2010 Cuma
çok merak ediyorum kendimi
YAŞIYORUM DEMEK
Çok merak ediyorum kendimi
Başıma birşey mi geldi
Öldüm mü kaldım mı
Hiçbir haber yok kendimden
Bu sabah kapımı çaldım
Kapıyı açan kendim
Bir süre kendime baktım
Bu güleç yüz bendim
Oh ne güzel bir sabah
Bugün de yaşıyorum demek
Benden başka yok kimsem
Beni merak edecek
Aziz NESİN
kapıyı çaldım, açan yok.içimdeki küçük kız çok derinlerde uzun zamandır uyuyor,kapının sesini duymuyor olsa gerek.daha çok gürültü yapmalıyım.
karındaş
ben çalıştığım firmada 9 yıldır çalışıyorum eşimse 10 yıldır,gelir durumumuz da türk standartlarına göre orta halli denilebilir.halen konut kredisi çekip ev almaya cesaret edemiyoruz. ben kendime bir araba almak için bile yıllardır düşünüyorum,çünkü zaten eşim firma arabasını kullanıyor,benimse sadece onun seyahatte olduğu dönemde arabaya ihtiyacım oluyor.çünkü eğer eşim işten çıkarılırsa benim maaşım krediyi ödemeye yetmez.ne onun ailesi ne de benim ailem destekleyemez ikisi de emekli memur.
kardeşimin eşi asgari ücretle çalışıyor,kardeşim de henüz 15 gün önce ön muhasebe elemanı olarak yeni bir işe başladı.yol paraları çok tutuyor diye bankadan 10.000 TL kredi çekip araba almaya karar vermişler.bana kefil olur musun diye soruyor?bu konuştuklarımızı eşime söyleyemem bile sinerlenir.aslında ben de kızdım.türkiye'de hiç birimizin iş güvencesi yokken kendilerine nasıl bu kadar güveniyorlar anlamadım.ne aceleniz var,para biriktirin seneye alın araba dedim.
biz kesinlikle çok farklıyız.hem kardeş olup hem de nasıl böyle farklıyız anlamıyorum.hayat ne kadar toz pembe gözüküyor gözüne.1 ay maaşını alamasa bile banka kredi taksidini isteyecek, o zaman neyle ödeyeceğini düşünüyor mu çok merak ediyorum.
kardeşimin eşi asgari ücretle çalışıyor,kardeşim de henüz 15 gün önce ön muhasebe elemanı olarak yeni bir işe başladı.yol paraları çok tutuyor diye bankadan 10.000 TL kredi çekip araba almaya karar vermişler.bana kefil olur musun diye soruyor?bu konuştuklarımızı eşime söyleyemem bile sinerlenir.aslında ben de kızdım.türkiye'de hiç birimizin iş güvencesi yokken kendilerine nasıl bu kadar güveniyorlar anlamadım.ne aceleniz var,para biriktirin seneye alın araba dedim.
biz kesinlikle çok farklıyız.hem kardeş olup hem de nasıl böyle farklıyız anlamıyorum.hayat ne kadar toz pembe gözüküyor gözüne.1 ay maaşını alamasa bile banka kredi taksidini isteyecek, o zaman neyle ödeyeceğini düşünüyor mu çok merak ediyorum.
gün
ben ya bir kediyim ya da koala.günlerdir evdeki durumum kanepede uukluyan,pinekleyen ve 9:30 da yatıp sabah 8'de zar zor kalkan bir tip.dudağımın kenarında iki kocaman uçuk.keyifsiz bir psikoloji.en sonunda iş yerindeki arkadaşa da fenalık geldi.hep böyle oflayıp duracak mısın diye isyan etti zavallım.evet oflayacağım güneş çıkana kadar.
11 Mart 2010 Perşembe
güzel bir e-posta
Bir haftanın yorgunluğundan sonra baba Pazar sabahı kalkmış eline gazetesinialmış ve akşama kadar oturup dinlenecek olmanın keyfini çıkartmaya başlamış.Ama baba bunları düşünürken oğlu yanına gelerek kendisini parka götürmekiçin geçen hafta söz verdiğini hatırlatmış.Canı hiç dışarıya çıkmakistemediği için bir bahane bulup evde oturayım , dinleneyim diye düşünmüş .
Birden gazetenin promosyon olarak verdiği dünya haritası gözüne ilişmiş . Bu haritayı hemen parçalara ayırmış ve oğluna uzatmış ;" bu haritayıbirleştirebilirsen hemen gidelim parka " demiş .Ardından da içinden derin bir oh çekmiş ; "dünyanın coğrafyaprofesörlerinden birini getirsen yine de toplayamaz bunu iyi akıl ettim "diyerek sevinmiş . Aradan 10 d akika geçmeden çocuk koşarak babasının yanınagelmiş. Baba haritayi düzelttim parka gidebiliriz demiş .Adam önce inanmamış ve görmek istemiş. Görünce de şaşırarak nasıl yaptığınısormuş . Çocuk demiş ki; bana verdiğin haritanın arkasında insan resmivardı........
"İNSANI DÜZELTİNCE, DÜNYA KENDİLİĞİNDEN DÜZELDİ !..."
Birden gazetenin promosyon olarak verdiği dünya haritası gözüne ilişmiş . Bu haritayı hemen parçalara ayırmış ve oğluna uzatmış ;" bu haritayıbirleştirebilirsen hemen gidelim parka " demiş .Ardından da içinden derin bir oh çekmiş ; "dünyanın coğrafyaprofesörlerinden birini getirsen yine de toplayamaz bunu iyi akıl ettim "diyerek sevinmiş . Aradan 10 d akika geçmeden çocuk koşarak babasının yanınagelmiş. Baba haritayi düzelttim parka gidebiliriz demiş .Adam önce inanmamış ve görmek istemiş. Görünce de şaşırarak nasıl yaptığınısormuş . Çocuk demiş ki; bana verdiğin haritanın arkasında insan resmivardı........
"İNSANI DÜZELTİNCE, DÜNYA KENDİLİĞİNDEN DÜZELDİ !..."
yapılacaklar listesi
1-kütüphane düzenlenecek,okuma listesi yapılacak,bir kitap bitip kaldırılmadan yenisine başlanmayacak.
2-sabah uyanır uyanmaz saate bakılmadan yataktan kalkılacak,5 dkcık daha yatayım gibi bahane üreten iç seslere kulak verilmeyecek.
3-iş yerinde max verimle çalışılacak,başkaları az çalışıyor ben niye çok çalışayım diye işler salınmayacak,elinden gelenin en iyisi yapılacak.çünkü vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır.
4-akşamları oğluşla daha yaratıcı oyunlar oynanacak,yorgunluk falan bahane edilmeyecek.
5-akşamları yatmadan önce günün değerlendirmesi yapılıp günlüğe yazılacak.
6-diyete birebir uyulacak,kendini sabote etmekten vazgeçilecek.
7-en kısa zamanda psikoloğa gidilecek.
8-fabrika ayarlarına dönmek için bedenin sinyalleri dinlenecek,duygular görmezden gelinmeyecek.
9-gezmek için alışveriş merkezine gidilmeyecek.
rüyam
etraf kalabalık,herkes mutlu,bizim köydeyiz.dayımın torununun sünnet törenindeyiz.bahçede kocaman sofralar kurulu ve benim oğluş o sofralarda küp küp kesilmiş taze köy peynirlerini ketçapa batırıp batırıp hüpletiyor.ben şaşıyorum bu işe ve hiç peynir yemeyen oğlumun bayılarak yediği bu peynirin nerden alındığını soruyorum ordakilere.sonra kocaman siyah gözleri olan esmer güzeli 2 yaşlarında bir kız çocuğu görüyorum.halamın torununun kızı olduğunu öğreniyor ve şaşırıyorum,çünkü hamile olduğunu bile duymamışım.bir düğün karmaşası...yıllardır görmediğim insanlar.uzun ve güzel bir rüya.
10 Mart 2010 Çarşamba
kitaplarım
dün demiştim ya yeni kitaplar aldım diye serap neler aldığımı sormuş ben de zevkle yazıyorum.
ağaçkakan-tom robbins
-şu an başucumdaki kulenin içindeki kitaplardan biri de tom robbins'in parfümün dansı kitabı.okuması çok zevkli bir kitap o yüzden bir tane de tom robbins kitabı almaya karar verdim ve ağaçkakan'ı seçtim.parfümün dansı yapacağım okuma listemde ilk bitirilecek kitaplardan olacak.
genesis-bernard beckett
-daha önce hiç okumadığım bir yazar.konusu ilginç geldi.umarım hayalkırıklığı yaşamam.ben de kendimi sorguladığım için insanın geçmişini sorguladığı bir kitabı eğer yazarın dili sıkıcı değilse seveceğimi düşünüyorum.
ışığı arayanların karanlık yanı-debbie ford
-şu an debbie ford'un gölgenin sırrı kitabını okuyorum.daha önce de doğru sorular isimli kitabını okumuştum.kafamda dan dan diye biryerlere vuran nadir kişisel gelişim kitaplarından.o yüzden bu kitabı da aldım.
şimdi'nin gücü uygulama kitabı-eckhart tolle
-geçmiş ve gelecek arasında sıkıştığım ve şimdiyi yaşamyı bir türlü beceremediğim için okuyup ugulamaya çalışacağım işe yarar ve uygulanabilir bir kitap olmasını diliyorum.
yerdeniz büyücüsü yerdeniz 1-ursula k.le guin
-ben bu hatun kişiyi niye daha önce okumamışım diyorum.başucumdaki kulede marifetler var. :)))
çiçek açmış genç kızların gölgesinde-kayıp zamanın izinde-marcel proust
-okuyunca fikrim olacak,ama çok güzel şeyler hissediyorum.en çok merak ettiğim kitap.
kürk mantolu madonna-sabahattin ali
-güzel bir aşkı özleyen aşkın artık alışkanlığa dönüştüğü evli kadınlar grubuna dahil biri olarak güzel bir aşk öyküsü okumak istiyorum.umarım hayal kırıklığı yaşamam.
momo-michael ende
-çocuk kitapları okumayı severim.zihnimi dinlendiriyorum.hem kütüphanede bulunması için hem de okumak istediğim için aldım.malum geleceğe yatırım yapmak gerek.benimki de kitap yatırımı. :)))
işte hepsi bu.şimdi planım komidinde yemek takımının bulunduğu dolabı boşaltıp oraya okuduğum kitapları alıp,kütüphanede okumadıklarımı gözümün önüne çıkartıp onları okuyup bitirene kadar yeni kitap almamak.
bu aralar yine depresif olduğum için kendini tanıma kitaplarına öncelik veriyorum.bu arada sınava da çalışmam gerektiği için akşamları saat 10'dan sonra kalan vaktimi iyi değerlendirmeliyim.hoş bugünlerde iki sayfa okuyup sonrası hemen uyuyorum.üzerimde bir ağırlık sorma gitsin.neredeyse bir aydır hiçbir kitabımı bitiremedim.casanova,stendhal ve tolstoy'un hayatını anlatan stefan zweg'ın kendi hayatının şiirini yazanlar kitabını okuyorum.casanova bitti stendhal'a geldim takıldım kaldım.
belki beni çözer,ruh halime de iyi gelir diyerek ve daha önce almamış olmama şaşarak orhan veli'nin şiir kitabını aldım onu okuyorum ara ara.bir de salvador dali'yle ilgili bir kitabım var.dedim ya kule büyük empire states olmadan biraz temizlenmeli ve sıraya koyulmalı.
anladım ki ben güneş enerjisiyle çalışıyorum. :)) güneş yok bende de enerji yok.akşam evde kenara koyulmuş bir kukla gibi hiç kımıldamadan duruyorum.güneş çıksın artık.yoksa ben tembellikten koltuğa yapışacağım.
9 Mart 2010 Salı
:((((((
öffssss,sıkıntıdan patlamak üzere olduğum bir iş günü daha bitti,bugün eve gidip kendime okuma planı yapmayı ve artık aynı zamanda sadece tek kitabı okuyup bitirmeyi düşünüyorum.aynı anda 5-6 kitap okuyunca hiçbiri bitmiyor,yatak kenarında küçük bir kitap kulesi oluyor ve hep bir yarım kalmışlık hissi.
dün kendime dünya kadınlar günü hediyesi aldım,okuma listeme yeni gelecek kitaplarımdan da ekleyeceğim.
dün kendime dünya kadınlar günü hediyesi aldım,okuma listeme yeni gelecek kitaplarımdan da ekleyeceğim.
güneş istiyorum
artık bulutlar açlısın ve güneş yüzünü göstersin lütfeeeeeeeeen!!! çok sıkıldım,bunaldım,yüksek basınçtan sürekli başım ağrıyor.böyle de olmaz ki güneş hiç gözükmeden bir hafta geçmez ki.yağmur yağsın ona lafım yok,ama ertesi gün güneş açsın.gözünü sevdiğim akdeniz.izmir'i çok özlüyorum böyle zamanlarda.izmir olmuyorsa antalya olsun,ama ben artık bu şehirde bir kış daha geçirmek istemiyorum.
8 Mart 2010 Pazartesi
leylek gördüm
bugün öğlen diyetisyenime gittim.kilo almamışım ve vermemişim. :))) benim depresif halimde kilo almamış olmam başarıdır diyerek kendimi kutluyor ve manik halime biran önce geçebilmem için bulutların artık gökyüzündeki yerlerini güneşe bırakmasını temenni ediyorum.
gelirken gökyüzünde uçan bir kuş sürüsü gördüm.bunlar ne ki diye dikkatlice bakınca bir de ne göreyim leylek sürüsü... :)))
bunun iki anlamı var:
1-göçmen kuşlar geldiğine göre ben farkına varmasam da gerçekten bahar gelmiş.
2-koskoca bir leylek sürüsünü gökyüzünde nazlı nazlı süzülürken gören ben, içime gezgin kaçan yine ben... :)))
"ben her bahar aşıık olurum "gibi bir şarkı mırıldandı zihnim.bu bahar ruhumu arındırıp,kendi öz benimi sevmeyi öğreneceğim.hayatımı olduğu gib kabul edip,yaşam hikayemi seveceğim.evet yanılmadın yine bir kişisel gelişim kitabı okuyorum.
debbie ford:gölgenin sırrı.
güzel bir kitap,altını çizdiğim cümleleri bir ara yazarım.kayda alınması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.başucum yarım yarım bir sürü kitapla dolu.kitaplara ilişkin de bir arınma terapisi yapmam gerek.acil bir feng shuı'ye ihtiyacım var.üzerimdeki tembelliği atabilirsem bahar temizliği yapmam gerek.hem evimde hem ruhumda.bu aralar ikisi de çok kirli ve dağınık.
gelirken gökyüzünde uçan bir kuş sürüsü gördüm.bunlar ne ki diye dikkatlice bakınca bir de ne göreyim leylek sürüsü... :)))
bunun iki anlamı var:
1-göçmen kuşlar geldiğine göre ben farkına varmasam da gerçekten bahar gelmiş.
2-koskoca bir leylek sürüsünü gökyüzünde nazlı nazlı süzülürken gören ben, içime gezgin kaçan yine ben... :)))
"ben her bahar aşıık olurum "gibi bir şarkı mırıldandı zihnim.bu bahar ruhumu arındırıp,kendi öz benimi sevmeyi öğreneceğim.hayatımı olduğu gib kabul edip,yaşam hikayemi seveceğim.evet yanılmadın yine bir kişisel gelişim kitabı okuyorum.
debbie ford:gölgenin sırrı.
güzel bir kitap,altını çizdiğim cümleleri bir ara yazarım.kayda alınması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.başucum yarım yarım bir sürü kitapla dolu.kitaplara ilişkin de bir arınma terapisi yapmam gerek.acil bir feng shuı'ye ihtiyacım var.üzerimdeki tembelliği atabilirsem bahar temizliği yapmam gerek.hem evimde hem ruhumda.bu aralar ikisi de çok kirli ve dağınık.
kadının adı olması dileğiyle...
Ekmek Ve Gül
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
'Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! '
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hâlâ analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır emek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız
Ve türkümüzde onların kederli 'Ekmek! ' çığlıkları
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun
Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz
İş ve ekmek istiyoruz
Ama gül de istiyoruz
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden
Bu ekmek ve gül türküleri
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan '
Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! '
James OPPENHEIM
Çeviri: Metin DEMİRTAŞ
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
'Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! '
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hâlâ analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır emek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız
Ve türkümüzde onların kederli 'Ekmek! ' çığlıkları
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun
Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz
İş ve ekmek istiyoruz
Ama gül de istiyoruz
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden
Bu ekmek ve gül türküleri
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan '
Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! '
James OPPENHEIM
Çeviri: Metin DEMİRTAŞ
5 Mart 2010 Cuma
mutsuzluğu yemek
öfkem bana yitirdiğim saç tellerim ve aldığım kilolar olarak geri dönüyor.bir gr öfke, kaybedilen 3 saç teli ve alınan 400 gr.
o halde ne yapmalıyım.öfkemi doğru kanalize etmeliyim.kızgınlığımı koca beye ben dilini kullanarak,onu üstüme sıçratmadan ve savunma mekanizmasını harekete geçirmeden dile getirmeliyim.
2 haftadır yine çok diplerdeyim ve akşamları abur cuburlara geri döndüm.ne bulduysam yiyorum.2 günde 1/2 kavanoz nutellayı kaşıkla yedim.kendimi sabote ediyorum.mutsuzluğumu,yalnızlığımı yiyorum.çünkü koca bey iki haftadır seyahatte,hafta sonları de ingilizce kursuna gidiyor.bense iş,ev arasında yapayalnızım.bir taraftan oğlumun psikolojisi bozulmasın diye bütün şaklabanlıkları yaparken ben ıpıssızım.görüşebileceğim bir tane bile arkadaşı yok.çünkü hepsi evlerinde eşleri ve çocuklarıyla birlikteler.oysa benim eşimin seyahatleri yüzünden bizim düzenli bir aile hayatımız bile yok.evli ama bir o kadar da yalnız bir kadınım.ayın toplasan 12-15 günü evde olan,evde olduğu sürede de kafası sürekli işle meşgul,günün büyük kısmını cep telefonuyla konuşarak geçiren bir adamla evli,canı sıkılınca dertleşecek bir arkadaşı bile olmayan biriyim.o yüzden de yiyorum.
psikoloğa gitmeye karar verdim.
o halde ne yapmalıyım.öfkemi doğru kanalize etmeliyim.kızgınlığımı koca beye ben dilini kullanarak,onu üstüme sıçratmadan ve savunma mekanizmasını harekete geçirmeden dile getirmeliyim.
2 haftadır yine çok diplerdeyim ve akşamları abur cuburlara geri döndüm.ne bulduysam yiyorum.2 günde 1/2 kavanoz nutellayı kaşıkla yedim.kendimi sabote ediyorum.mutsuzluğumu,yalnızlığımı yiyorum.çünkü koca bey iki haftadır seyahatte,hafta sonları de ingilizce kursuna gidiyor.bense iş,ev arasında yapayalnızım.bir taraftan oğlumun psikolojisi bozulmasın diye bütün şaklabanlıkları yaparken ben ıpıssızım.görüşebileceğim bir tane bile arkadaşı yok.çünkü hepsi evlerinde eşleri ve çocuklarıyla birlikteler.oysa benim eşimin seyahatleri yüzünden bizim düzenli bir aile hayatımız bile yok.evli ama bir o kadar da yalnız bir kadınım.ayın toplasan 12-15 günü evde olan,evde olduğu sürede de kafası sürekli işle meşgul,günün büyük kısmını cep telefonuyla konuşarak geçiren bir adamla evli,canı sıkılınca dertleşecek bir arkadaşı bile olmayan biriyim.o yüzden de yiyorum.
psikoloğa gitmeye karar verdim.
kahkaha
Kahkaha: Kadının Vahşi Cinselliği, Vurucu Silahı
Hande Öğüt
Gülüyorum; öyleyse işin içindeyim.Gülüyorum; öyleyse aklıselim ve sorumluyum.Donna Haraway
Yeryüzü ana Demeter’in Proserpina adlı güzel bir kızı varmış. Bir gün çayırlarda koşup oynamakta olan Proserpina kendine özgü, diri bir çiçeğe rastlamış ve onun sevimli yüzünü avuçlamak için uzanmış. Birden bire yer sarsılmaya başlamış ve toprak, dev gibi zikzaklar çizerek yarılmış. Yeryüzünün derinlerinden yukarıya doğru Hades çıkarak Proserpina’yı yakalayıp arabasına almış. Proserpina’yı hiçbir yerde bulamayan Demeter aylar süren arayışı sonucunda kızmış, ağlamış, bağırmış, sormuş, her yeryüzü oluşumunun altını, üstünü araştırmış, merhamet dilemiş, ölmek istemiş, ama ne yaparsa yapsın kızını bulamamış. Ve her şeye sonsuza dek büyüme gücü veren Demeter üzüntüyle bağırarak dünyanın bütün üretken tarlalarına lanet etmiş: “Ölün, ölün, ölün!”
Demeter’in laneti sonucu çocuklar doğmamış; buğdaylar, çiçekler, ağaçlar büyümemiş. Bir süre sonra hiçbir sonuç vermeyen yığınla soru, yakarış ve hadiseden sonra nihayet tanınmadığı bir köyde, bir duvarın dibine çökmüş. Ve sancıyan bedenini, duvarın soğuk taşına dayarken bir kadın görünmüş; daha doğrusu kadın gibi biri… Kalçalarını cinsel ilişkiyi çağrıştıran bir şekilde oynatarak ve göğüslerini sallayarak Demeter’in yanına kadar dans ederek gelmiş bu büyülü, sıra dışı kadın. Onu gördüğünde hafiften gülümsemekten kendini alamamış Demeter. Kadının başı yokmuş, gözleri göğüs uçlarında, ağzı da vulvasındaymış. Bu sevimli ağız sayesinde Demeter’i güzel, hoş, ilginç şakalarla eğlendirmeye başlamış. Derken gülümsemesi kıkırdamaya, kahkahaya dönüşmüş Demeter’in. Karından gelen koca bir kahkaha atmış ve iki kadın birlikte gülmüşler; güçlü anne tanrıça Demeter ve küçük karın tanrıçası Baubo…
Demeter’i depresyondan kurtaran ve kızını aramaya devam etmesini sağlayan eylem, gülme olmuş. Proserpina nihayet annesine kavuşmuş, dünya, topraklar ve kadınların karınları yeniden serpilip büyümüş.
Kadına içsel enerjisini veren güçtür kahkaha, aynı zamanda cinsel bir eylemdir. Kadınlar, bir konuyu açmak, üzüntülerini hafifletmek, güldürmek ve psişede ters giden bir şeyi düzeltmek amacıyla cinselliği, şehveti kullanmış olan gerek mitolojik, gerekse gerçek kadınların serüvenlerini işitince önce gülümser, sonra da kahkahayı basarlar. Katarsisin özgür kılma etkisine sahiptir kahkaha. Kitonyen, anaç ve şehevi doğasının yanı sıra mizah, kadınların silahı ve ayakta kalmak için kullandıkları bir taktik, akıl sağlığının bir teminatıdır. Yaratıcı özü kadar bozguncu potansiyeli de kullanılır kadınlar tarafından gülmenin. Her ne kadar kadına özgü, müstehcen, aşağılayıcı, edepsiz bir edim olarak görülse ve “karı gibi gülme”nin erkekliği bozacağı iddia edilse de kimi eril kültürlerde, yıllar yılı kadınlara yasaklı bir alan olur mizah. İnsanbilimci Mahadev Apte, kadınları kamu önünde ve çoğu zaman özel yaşamlarında espri yapmaktan alıkoyan dezavantajları şöyle sıralar:
“Kadınların mizahı, cinsiyetler arasındaki mevcut eşitsizliği yansıtır; öze ilişkin bir eşitsizlikten çok mizahın gerçekleşmesi üzerindeki, kullanılan teknikler üzerindeki, mizahın gerçekleştiği toplumsal ortamlar üzerindeki ve mizahı değerlendiren seyirci üzerindeki kısıtlamalar söz konusudur. Her durumda değilse de genel olarak bu kısıtlamalar erkek üstünlüğüyle egemenliğini ve kadın edilgenliğini vurgulayan ve kadınlar için bu değer ve tutumlara uygun modeller yaratan egemen kültür değerlerinden kaynaklanır.”
Fıkra anlatımındaki cinsiyet ayrımı dile de yansımış durumda. İngilizce grammar (dilbilgisi) ve glamour (cezbetmek) sözcüklerinin Latincedeki kökü aynıdır ve “büyü” anlamına gelir. Fakat bu sözcükler birbirinden ayrılarak farklı yönlerde yol almıştır. Grammar, doğru cümle yapılarını kurarak, glamour ise oynak bir bakış atarak büyü yapmaktır. İlki okuryazarlığa, ikincisi ise sözelliğe aittir, biri derinlik ifade eder diğeri kışkırtıcıdır.
Büyü demişken bir parantez açmak istiyorum. Marguerite Yourcenar, “Kara Büyü” adlı öyküsünde, kahkahanın vahşi gücünü kullanır. Kendisine büyü yapılmış olduğu için veremli olan Amande’ın çevresinde cereyan eden büyü bozma ayini, her şeyden önce safdil kadınların bir erkeğin, “büyü bozucu” Cattaneo d’Aigues’in etrafında toplanmasıdır. Kadınlardan biri, Algenare telaşı ve inkârlarıyla kendini ele verir bir süre sonra. Büyüyü yapan ta kendisidir. Bunu nasıl başarmıştır? Sadece isteyerek. Kadınların çemberinden çıkmayı başaran, bu yüzden de Yourcenar’ın nükteli bir şekilde hayranlığını belli ettiği kadın olsa olsa bir cadı olabilir. Anlatı da kadının bir cadıya evrilişiyle nihayetlenir zaten:“Son sağanak yağmurdan kalan bir su birikintisinin önünde durup aydınlık bir pencereden gelen ışığın altında yüzünü seçmek için eğildi ve birdenbire gülmeye başladı. Kendinden beklemediği vahşi bir kahkahayla, değiştiği, daha doğrusu kendini bulduğu konusunda onu her şeyden çok ikna eden bir kötülükle gülüyordu. Sadece yüreği değil, onun için dünyanın görünüşü de değişmişti: Bir avluda unutulmuş bir süpürge, bluzundaki bir iğne, bir ahır duvarının ötesinden duyulan bir keçinin melemesi artık ona gündelik hayatın alışılmış, basit hareketlerini değil, bir büyücülük ve Şabat ayini sahnelerini hatırlatıyordu. Ve gece havasını içine daha iyi çekmek için başını geriye attığında, yıldızlar onun için, büyük titrek çizgilerle, cadı alfabesinin dev harflerini çiziyordu.”
Kadınların cadı olarak yaftalanıp yakıldığı Ortaçağda, fıkralar da erkeklerdense kadınların dilinde yer alırmış. Bu gerçek, okuryazarlık tarihinin en önemli ancak en gizli yönlerinden birine, dilsel oyun ve şaka ruhunun kadınlar tarafından ayakta tutulduğu gerçeğine işaret eder ki, okuryazarlığın eril tarihinde unutulup gitmiştir.
Ortaçağda kullanılan okumuş Latincesi, kendine yalıtılmış, özenle yapılandırılmış kusursuz bir dünya oluşturmuş, ancak dünyevi işleri -gündelik olanı ve duyguların karmaşasını- uzakta bırakmıştır ki, bu kapsamadığı alanlar, kadınların alanına girer. Dolayısıyla da pek az kadın (manastırda yaşayanlar), bu yüceltilmiş, arıtılmış dilde bir şeyler yazmayı başarmış.
Resmi retorik eğitimi almaları yasaklanan, yazıya ulaşmaları engellenen, önemli toplumsal, ticari ya da dinsel konumlara gelmelerine izin verilmeyen kadınlar, seslerini hemcinsleriyle yaptıkları mahrem ve özel sohbetlerde bulmuşlar bu nedenle. Ortaçağın sonlarına gelindiğinde erkekler, kadınların sohbetlerindeki tehlikeyi sezip bunları boş gevezelik, bayağılık ve dedikodu olarak adlandırmış. Kadınların anlattığı saldırgan, eğlenceli öykücükler, kendi küçücük ve dışa kapalı çevrelerinde kulaktan kulağa dolaşırmış ki, bu öykülerin bazıları gerçek, diğerleriyse süslenmiş, abartılmış öykülerdir. Abartı da tiksinti gibi bir protesto aracıdır kadın dünyasında, mizahın ve kahkahanın araçsal rolü gibi. Kadınlar kendi söylemsel güç alanlarını kara mizahla, keskin iğnelemelerle dolu öykülerle, dikenli bir dilin ağusuyla sarmalanmış fıkralarla, dedikodu denilen gizli etkinlikle oluşturmuşlardır. Dedikodu da kahkaha gibi denetlenemeyen gizil gücüyle, egemen sınıfların kontrolü dışında sözlü bir dayanışma ağı kurulmasına izin verir. Böylece modernliğin değerler sistemi için tedirgin edici bir alan oluşturup “dilsel istikrara, kontrole sahip özne” modelini aşındırır. Tarih boyunca, gündelikliğiyle, ciddi olmamasıyla, taşıdığı duygusal yükle, oyuncul niteliğiyle, başı sonu olmayışıyla, lineer bir anlatı olarak kurulmamasıyla, iniş çıkışlarıyla, seyrinin tahmin edilemezliğiyle, akışkanlığıyla, kaotikliğiyle, anti-rasyonel yapısıyla ve “kadınsı tekinsizliğiyle” modernlik için de bir endişe kaynağı olup çıkar dedikodu. Yaşar Çabuklu’nun Toplumsal Kurgular ve Cinsiyetçilik’te Patricia Meyer Spacks’tan aktardığı üzere dedikodu boyunduruk altında olanların son çaresi, yaşamları sömürgeleştirilmiş alt sınıfların bir direniş aracıdır. Güçleri ellerinden alınmış kadınlar için yedek bir rezervdir tıpkı sıkıntılı duygulara rağmen keyif almanın yedeği olarak iş gören, kızgınlık pahasına üretilen mizah gibi...
Kadınların mizahı konusundaki az sayıda kitabın yazarlarından Nancy Walker’a göre, kadınları, mantık ya da akıldan yararlanmayan, hakikate giden daha emin, daha saf bir yolları olan yaratıklar şeklinde yücelten bu inanışın ardında, entelektüel niteliklere yönelik bir düşmanlık gizlidir.Kadınlar için yaşam, sözlü söylemin kendiliğindenliği içinde yürür, ağızlarından çıkan cümleler, öğretilmiş dilin sözdiziminden etkilenmemiş olduğu için daha serbest bir yapı taşır.Ritme, ölçüye, düzenli aralıklara ve söylemin dönüşleri, ani başlangıçları, kesintileri ve beklenmedik yönlerine karşı kendilerini daha rahat hisseden kadınlar, ayrıca dilin esnekliği ile bağlantılarını da kaybetmediler. Hepsinden önemlisi, bütün bu dilsel esneklik, kadınlara dünyaya karşı bir esneklik vermiş, onları oyuna ve değişim olanaklarına daha açık hale getirerek, okulların katı ve hiyerarşik eğitiminden geçmiş erkeklere oranla daha uyumlu olmaya itmiştir.Gülme, insanoğlunun "kökdili"dir, edebiyata hayat vermiş olan en dolaysız dil: Rabelais’ın dünyasından bu yana edebiyat, oyun ve alaycı konuşmadan, karnavalın anarşist ruhundan ve esprilerden doğup gelmiştir. Şakaların, öykülemenin ve kahkahaların tarihi, 14. yüzyılın sonunda, keskin bir mizahla yüklü öykülere yazılı biçim veren Geoffrey Chaucer’ın edebi dehasında doruğa ulaşır. Kahkahanın Zaferi'nde Barry Sanders, Chaucer’ı, aynı zamanda ilk şakacı yazar olduğu için İngiliz edebiyatının annesi olarak adlandırır. Sözcük oyunları, gülünç ses oyunları yaratarak, zekice uyaklar oluşturarak edebiyata bir annenin şefkatli ruhunu getirir çünkü o, ve öykü anlatımında gerekli cüret ve cesaretin kadınlardan geldiğini çok iyi bilir.
Geçmişten bugüne dilde doğruluk standartları, dilbilgisi, sözdizimi, kullanım ve cümle kurma standartları erkeklerin denetimindeydi ve yeni kuşaklara da erkekler tarafından aktarıldı. Öte yandan retorik dışı kalan söylem, kurallara ve doğruluğa kulak asmayan tavrıyla, ritm, hız, heyecan ve duygu yaşamıyla yani öyküleme dünyasıyla kadınlara aittir. Canlı, serbest ve akışkan bir söylemle özdeşleştirilen bu dünya, annenin çocuğu ile arasındaki yakın, tensel ilişki aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Freud’un her gülüşte bir parça çocukluğa dönüş bulunduğunu öne sürmesi hiç de şaşırtıcı değildir bu nedenle.
Tarih boyunca durmadan anlam değiştirmiş olsa da, Sanders'a göre kahkaha daima "köylülerin ve kadınların" dünyasıyla bağlantılı olmuştur. Bu anlamda aslında bir "yeraltı hareketi"dir gülme. Mizahın erkeklere nazaran kadınların daha az gerçekleştirdiği bir eylem olmasına rağmen erkeklerden daha sivri bir üsluba sahip olduklarından bahseden Sanders, “Medusa’nın gülüşü”nün işte böyle yakıcı ve yok edici bir gülüş olduğunu belirtir. Zira kolektif ve iyileştirici bir kahkaha değildir kadınlarınki, bireysel, izole, sarkastik bir kahkahadır ki bu edim, sürekli kılmaları beklenen davranış kalıplarını kırar; kadın diline muhalif bir ivme katar. Hiyerarşik kalıpları yıkan, kesen, bölen, dağıtan, parçalayan bu feminist strateji, yadsıma, transgresyon ve meydan okumanın bir biçimi olarak altüst edici etkiye sahiptir. Hélène Cixous, kadın sohbetleri üzerine yazdığı Medusa’nın Kahkahası’nda, uzaktan bakıldığında kendi kendine konuşan kadınların şen, şakacı yaratıklar gibi göründüğünü öne sürer: “Medusa ölümcül değil. Medusa çok güzel ve Medusa gülüyor.” Ancak ne var ki Medusa önce bir “yaklaş” bakışı atar, sonra “yaklaşma, yakarım” der gözleri; insanın yüzüne gülerek onu incitmekle kalmaz, alay da eder.Kadın kahkahası ironiktir ki hilekârlığı ve oyunbazlığıyla ironi, gülmeye pek benzer. Diyalektik olarak bile ayrıştırılıp daha geniş bütünler haline getirilemeyen çelişkiler ve birbiriyle uyuşmayan şeyleri, hepsi de zorunlu ve doğru olduğu için bir arada tutmanın gerilimini yansıtan ironi, oyunu ciddiye alma ve mizah hakkındadır. Bir yandan retorik bir strateji ve politik bir yöntemdir de; Donna Haraway’in “Sosyalist-feminizm içerisinde daha fazla el üstünde tutulduğunu görmeyi arzuladığı” bir yöntem… Ki siborg imgesi de onun ironik inancının, küfrünün tam ortasında yer alır. Dil uğruna ve kusursuz iletişime karşı, fallogosantirizmin merkezi dogmasına verilen mücadelenin “figürü” olan siborg mefhumu dişidir ve karmaşık yönlerden bir kadındır. O bir direniş eylemi, hoş ve açık sözlüsünden bir muhalif harekettir. Birçok şeyi bünyesinde toplayan, muhalif bir figür olarak siborg, kendini tereddütsüz şekilde kısmiliğe, ironiye, samimiyete ve sapkınlığa adamıştır, masumiyetten tamamen yoksundur.
Müstehcenlik, edepsizlik, abartı, tiksinti, iğrenti, dışkılama gibi formları da kullanarak bedensel maddi altkatmana eril kültür tarafından yapılan göndermeleri de tersyüz eder dişil mizah. Böylelikle düzgün, temiz konuşma, hijyen, steril şeyler dünyası ve saf, meleksi kadın imgesi ortadan kalkarak belden aşağı espriler anlamlı hale gelir. Bakhtin’in söylediği gibi, “Şeyler, korkuyu ve kasvetli ciddiliği bozguna uğratmış olan gülme çerçevesinde sınanıp yeniden değerlendirilir. Nesneleri sahte ciddiliğin tuzaklarından, korkunun esinlediği yanılsama ve yüceltmelerden kurtarır.”Modernlik ortaçağın grotesk bedenini, özellikle de kadın bedenini ehlileştirmek, uygarlaştırmak adına çalışır. Kadının oturması, kalkması, nasıl konuşacağı kurallara tabidir. Sessiz olmalı, gülmemeli, hele ki kahkaha hiç atmamalıdır. Kadınlar dilbilimsel ayrımcılığı, dili kullanmayı öğrenme şekilleri ve genel dil kullanımının onları ele alma şekli açısından iki şekilde yaşamışlardır tarih boyu. Ki ortaçağın kuralları günümüzde de geçerlidir. Modern Amerika’nın Florida eyaletinde bir lokantada garsonluk yapan Darra Kollios’un işten atılma gerekçesi, romantik ve sessiz olması gereken restoranda kahkaha atmasıdır. Kahkaha bozguncudur, tehlikelidir. Yersiz bir kahkaha, her şeyden daha büyük bir güçle, yetkili kişilerin iktidarını sarsabilir. 1995–1999 yılları arasında TBMM’de görev yapan ve halen DYP Genel İdare Kurulu (GİK) üyesi olan Ümran Akkan, “Kadınım, Hayret! Meclisteyim” adlı kitabın önsözünde siyaseti düşünen kadınlara değerli nasihatlerde bulunur:
“Üşenmeyin, yanınıza güvenilir, oturaklı bir iki arkadaş alıp köylere gidin, beldelere gidin, halkın hal ve hatırını sorun.” Ama “bu gezilerinizde kadın arkadaşlarınız olmasın. Çünkü politikayı da bilmiyorlarsa, kahvede yakacakları bir sigara, aniden attıkları bir kahkaha veya giyim tarzları sizi ikinci plana atabilir. Dikkatleri dağılır.”
Kahkaha attığı için yaftalanan, “hafif” kadın olarak yargılanan, yüksek sesle gülmesi ortaçağdan bu yana hâlâ garipsenen kadının ağzı kapalı olmalıdır. Kadının boşboğazlığı, sözsel ölçüsüzlüğü, cinsel ölçüsüzlükle ilişkilidir çünkü!
Oysa kadın bedeni ne kadar denetim altına alınıp kapatılmaya çalışılsa da dışarıya sızıntı yapan, dışa tehlikeli biçimde açık olan bir bedendir. Ve kadınlar bu akıntı ve sızıntılarıyla, eğlenmeyi çok iyi bilir. 70’lerden itibaren gerçekleştirmeye başladıkları vajina sanatı çalışmalarında kanayan yarıkları, delikleri, derin yaraları, mukusu hem resmederler, hem canlandırırlar. “Vajina Sanatı”nın kendileri için heyecan verici, yıkıcı ve eğlenceli olduğunu belirten Judy Chicago’ya göre vajina, kadınların bedenleri ve cinsel kimlikleri konusunda bilinçlenmeleri anlamına gelir. Gülen vulva, bedeni de kasılma ve büzüşmelerden, kendi içine kapanmaktan kurtarırken, hijyeni ortadan kaldırarak kadınsı şehveti tomurcuklandırır. Gülmek için hızlı bir ardışıklık içinde soluk verip ardından nefes almak gerekir. Nefes almak insanın bedenini, duygularını ve bedeninin içinde olup biteni hissetmesini sağlar ki, gülme halinde kadın derin nefes alır ve bunu yaptığında ise kabul görmeyen duygular hissetmeye başlayabilir. Engellenmiş gözyaşlarının serbest kalması, tensel bastırılmışlıkların çözülmesi, organların titremesi, hıçkırık, bedenin yılankavi salınımlarla savrulması ve nihayetinde sağladığı orgazmik rahatlama cinsel edime yakın, ama onunkiyle kıyaslanamayacak bir haz verir kadına. Bedenin iç salgı bezleri ve sinir sistemi boyunca yayılarak cinsel/şehevi bir büyülenme yaratan bu iksir, kadının tarih boyu yasaklanan, bastırılan, denetlenen, erotize edilerek fetişleştirilen bedenini “gülen beden” haline getirir. Çok sıkı olan şeyleri gevşetme, kederi kaldırma, bedeni, zihinde değil de bedenin kendisine ait olan bir mizah türü içine sokarak onu gülen beden haline getirme işlevlerinin esinleyicisi ve yardımcısı ise müstehcenlik tanrıçalarıdır.
Eski Yunan tanrıçalarından, müstehcenliği sembolize eden Baubo, kutsal cinselliğe ve hayat/ölüm/hayat döngüsüne dair arketipsel vahşi tanrıçalardan biridir. Neolitik karın tanrıçalarından olan ve üretkenliği temsil eden ve bir parça müstehcenliğin, depresyondan çıkılmasına yardım edebileceği fikrine sahip bu küçük figür, Clarissa P. Estes’in belirttiği gibi, duyarlılık ve dışavurumları; göğüsleri ve duyarlı yaratıkların içinde hissedilen şeyleri, başkalarının sadece hayal edebileceği ama sadece bir kadının bildiği duyumların hissedilebileceği vulvanın ağzını temsil eder. Ve ayrıca bir kadının sahip olabileceği en iyi ilaçlardan biri olan karından gülmeyi simgeler. Karınlarından, cinsel organlarının ve akıllarının içinden gülerler kadınlar; cinsel içerikli gülmede, daha uysal şeylere gülmekten farklı olan bir şey vardır. Cinsel içerikli bir gülme, psişenin hem en uzak, hem de en derin bölgelerine ulaşmakta, her tür şeyi sallayıp gevşetmekte, kemiklerimizi oynatmakta ve bedenin içinde latif bir duygu akışının oluşmasına neden olmaktadır. O, her kadının psişik dağarcığında bulunan bir vahşi zevk biçimidir. Kutsal olan ile şehevi olan psişede birbirine yakın yaşar Estes’e göre:
“Kutsal-olanda, müstehcen-olanda, cinsel-olanda, kısa ve sessiz bir gülüşün geçivermesi ya da edepsiz kocakarı gülüşü veya aslında bir gülme olan hırıltı ya da vahşi ve hayvani bir gülme ya da müzik skalasında bir yolculuğa benzeyen titreyiş gibi her zaman için bekleyen bir vahşi gülüş vardır.”
Gülme, kadının en vahşi cinselliğidir; fizikseldir, temeldir, tutkuludur, hayat vericidir ve bu yüzden uyarıcıdır. Jenital uyarılma gibi bir hedefi olmayan bir cinsellik türüdür. Kutsaldır çünkü iyileştiricidir, şehevidir çünkü bedeni ve onun duygularını uyandırır, cinseldir çünkü heyecan vericidir ve haz dalgalarına neden olur.
Kadınların birbirlerine anlattığı öykülerden kaynaklanan bazı gülme biçimlerinin tamamen tatsızlaşacak kadar edepsizce olan kadın öykülerinin libidoyu tahrik ettiği doğrudur. Bunlar bir kadının hayatla ilgisini yeniden tutuşturur. Öyleyse Estes’in vurguladığı gibi kendi kendimizi iyileştiren hazinemiz olan kirli öyküler, sadece depresyonu yok etmekle kalmaz, kara yüreği öfkeden arındırarak öncekinden daha mutlu bir kadın yaratır.
Güzel ve kirli neşedir kahkaha. Mizah var olan kötülüğün içinde, bu kötülüğün özelliklerini daha soğuk bir aldırmazlıkla belirtmek için gitgide edepsizleşir; mizah yazarı da bizi iğrendirmek için cesetleri açan bir anatomi uzmanıdır. Gülme, tiksinmeyi konumlandırmanın ve konumundan etmenin bir biçimidir Kristeva’ya göre. Dışkılama gibi abject, mizah gibi bozguncu ve erotik feminist temsil formları, birbirinden oldukça farklı iki stratejinin; yadsıma, transgresyon ve meydan okumanın birer biçimi olarak benzer bir altüst edici etkiye sahiptir. Yanılsamaların dünyası –dinlerin dünyası- bizi konuşturan yasağı açığa çıkarır ya da onu cisimleştirir. Böylece bu dünya nefreti, eğer onu sevgiye dönüştürmemişse meşrulaştırır. Bugünün yanılsamalardan yoksun dünyası ise bunalım ya da iğrenme ile kulakları sağır eden gülüş arasında bölünüp kalmıştır. Oysa bizler iğrençle birebir karşılaşmaktan kaçarız. Kimse iğrenmenin öznesi ya da iğrenme öznesi olduğunu kabul etmez. Hele kadınlar yalan söyler, reddeder ama yine tabuyu, baskıyı delik deşik edici yalanlardır bunlar:
“Elimi kutuma soktum, yıllardır çer çöple doldurduğum kutuma. Göbeğimi uzun kesti diye haminnem, benim de aklım alt deliklerde. Sinsiyim işte, sofuyum, garezimi gülüşümün altına çekiyor, uyuyorum. Ama bazen melaikeliğe soyunup kuyruğumu eteğimin gölgesine sokuşturuyorum. Gözetlendiğimi bildiğim için ne zamandır dip köşelerde saklanıyorum. Dudaklarımı büzüyorum ve tabii yalan söylüyorum.”
Argo, mizah, gülme gibi alanların kadın dünyasına açtığı farklı boyutlar üzerine çalışan Filiz Bingölçe’nin, Kadın Argosu Sözlüğü’nün önsözüne yazdığı bu “yalan”da da olduğu gibi dehşet, büyülenme ve komik olan iç içedir kadının gizli dilinde. Onların kendi aralarında konuştukları bu dil, oyuncul, şifreli, histerik ve bölüntülü yapısıyla erkek tahakkümüne bir karşı duruştur. Dişilin sınırlarında yaşanan narsistik bir kriz olarak anlaşılmış olan dehşet ve büyülenme örüntüsü, insan macerasına anlam vermeye çalışan dinsel ve politik girişimleri komik bir ışıltıyla da aydınlatır. Çünkü iğrenme karşısında yalnızca parçalanmış, reddedilmiş ve iğrenç kılınmış bir anlam vardır karşımızda: Komik! “Yüce”, “insani” ya da “bir başka zaman”, komedi ya da büyüler âlemi aslında daha sonra ya da asla ama burada, ortaya konulmuş ve alıkonulan imkânsızı hesaba katarak gerçekleştirebilir.
Kadın Argosu Sözlüğü’nün yanı sıra Futbol Argosu kitabının yazarı Filiz Bingölçe’nin kadınların dilsel yaratıcılıklarını, fantezilerini, neyle nasıl alay ettiklerini, neyi nasıl eleştirdiklerini ve nelere güldüklerinin çetelesini çıkaran yeni çalışması Fantastik Dişil Mizah’ta da kadınların kahkahayı, gülmeyi ve parodiyi kullanma biçimlerindeki incelik ve sivrilik kadar fıkralardaki kaba, saçma, iğrenç, kirli ve edepsiz ögelerdeki muhalif ton oldu ilgimi cezbeden… (Ki agresif tutumu ve parodik enerjisiyle, “dişil mizah”ın sinema ve edebiyattaki temsilcisi Doris Dörrie de muhalif tonuyla takip ettiğim bir başka kadın yazardır.) Müstehcen espriler, cinsellik hakkında konuşma baskısını ortadan kaldırırken, acımasız espriler ise çatışma yaratan duyguların açık dışavurumuna karşı olan baskıyı yok eder ki, Bingölçe de kadın fıkralarındaki yorumu ve aksiyonu yaratanın aslında bu unsurlar olduğunu teslim ediyor:
“Bütününe bakınca ortadakinin hem dolaylı, hem doğrudan aşağılamalarla, gözden düşürmelerle, derinden dalga geçişlerle önce yutulan, sonra kusulan eril dünya olduğu meydanda... Basit lafazanlığın ötesine geçmiş her fıkrada ataerkil kültüre burun kıvıran, kıç dönen bir taraf bulunduğu ise açık. Kes!, biç!, dağıt!, parçala! Biçiminde çalışan ise ‘dişil dünya’…”
Bingölçe, “mizahtan anlamaz” diye damgalanan kadınların “eril mizahı” duymazdan gelme nedenlerini ise şöyle açıklıyor:
“Erkeklerin her güldüğüne gülmüyorlar diye epey bir zaman ‘mizahtan anlamaz’ diye damgalandı kadınlar malum. Oysa asıl neden galiba farklı. Kadınlar kimi kez ‘eril mizahı’ duymazdan geliyorlar demek belki daha doğru. Çoğu kez kamusal alanda ‘ben fıkra bilmem, anlatılanı da hemen unuturum’ deyip belirsiz bir terbiyeli mahcubiyet örtüsü altına gizleniyor, özellikle müstehcen fıkraları tekrarlamayı istemiyor ya kadınlar... Bu hareketin altında bir yanıyla ataerkil toplumun beklentileri uyarınca kendini bastırma meselesi varsa bir yanıyla da dışlama, baştan savma isteği var bence. Çünkü ‘eril mizahta’ kadının yeri ‘kurban’ olarak aşağılanan, düşman ve asalak figür biçiminde hiç de azımsanmayacak bir yer ve öneme sahip. Seksi espri yapma ayrıcalığının kendisinde olduğunu düşünen erkek; saldırgan sözlerle ve içindekini dışa vurmanın rahatlığıyla ballandıra ballandıra anlatırken fıkrasını, kadına dinlemek düşüyor. Erkeğin bakış açısı şiddetle yukarıdan aşağıya doğru ve fıkraları da hem baskıcı hem cinsiyetçi.”
Eril mizahta kadın ya düşman, ya fahişe, ya amorf bir yaratık, ya da büyücüdür. Genellikle cinselliği ve bedeni suistimal edilerek aşağılanır. Kadının cinsel organ varyasyonlarıyla dolu küfürlü ve argo espriler hem saldırgan, hem cinsiyetçi hem de homofobiktir. Korkunç, saçma, akıldışı, ütopik, ideal, olağanüstü durumlar üzerinden gelişen; evlilik, beğenilmek, cinsellik, arzulanmak, aldatmak, aşk, bakirelik, gerdek, hamilelik, penis, fal, flört, regl, tecavüz, vibratör, kadın pedi, şehvet, mastürbasyon, cennet-cehennem konuları çevresinde dönen kadın fıkralarındaki “dişil unsurlar” ise ataerkil düzenin “esas oğlanını” ve onun zavallı silahını, penisi hedef tahtası haline getirirken kullandıkları bedensel deformasyonlar ve abjection kalıplarıyla durağan, katı ve kendini ciddiye alan her şeyi bir hamlede alaşağı ediyor. Hem yazılı hem sözlü kültürün izlerini taşıyan derlemede fıkraların esas kahramanları bu fantastik yaratıklar; ilginçtir ki kadınlar erkekler gibi bir “esas oğlana”, baş kahramana, “personnage régnant”a gerek duymuyorlar. Temel’in karısı Fadime, Nasreddin Hoca’nın karısı, Meryem Ana, Rahibe, Peri, Kırmızı Başlıklı Kız gibi sık olmamakla beraber karşımıza çıkan tipler de yazılı kültür ile sözlü geleneğin cinsiyetçi yapısını ortaya koymak adına özellikle seçilmiş figürler, bu nedenle hiç de “masum” değiller. Freud, “masum espriler”in, nadiren gülme patlamasına neden olduğunu, müstehcen ve acımasız türleri bulunan “meyilli espriler”in amacınınsa, bastırmayı ortadan kaldırarak arzuyu özgür kılmak olduğunu belirtir. Özellikle yanlı ya da müstehcen şakalara dair Freud kadını iki erkek özne arasında nesne konumuna sokar. Ama şaka yapan kadın olunca, bir fark, belli bir imkânsızlık olmalıdır. Ayrıca seyirci/dinleyici ile şaka yapan arasındaki sürecin Freud’a göre karşılıklı zamanlanmış, anlık bir bilinçaltına kayış olduğu düşünüldüğünde, “bilinçaltı”, “dişil” olarak nitelendirildiğinde “ne olur?” diye sorar Patricia Mellencamp. Erken dönem durum komedisinde kadınlar hakkındaki makalesinde, kadınların Freud'cu şakalar paradigmasında olduğu gibi kahkahanın sadece nesnesi değil, hem öznesi hem de nesnesi olmalarının ne anlama geldiğini sorgulayan Mellencamp, mizahın egonun ve hazzın zaferi olabileceğinden söz eder: Komedi, öfkenin değilse de kızgınlığın yerine hazzı geçirir.Gülmek, kendini sonuna dek açmaktır. Ve mizah sıklıkla ihlal edicidir. Ağırbaşlılık bu anlamda küfürdür. Baştan çıkıp kendimizden geçtiğimizde unuttuğumuz ilk şey ciddiyetimizdir. Dünyayı ciddiye almak, her zaman kişinin dünyaya anlam atfettiğini, yani kişinin dünyanın olumsallığından ve tuhaflığından kaçarak ilkeler ve kavramlar dünyasına sığındığını gösterir. Bu nedenle oyunculuk olmaksızın sahici derinlik yakalanamaz. Ağırbaşlılık kötü bir erdemdir ama oyunculuk insanı kurtarabilecek bir günahtır.İhlali kutsal görmek, cinselliğe ciddiyet kazandırılması değil, kutsallığa neşe katılmasıdır. Gerçek olana açılma ve onu olumlama, nihayetinde bir cefa olarak yaşanıyor olsa da bir neşe kaynağıdır. Humour’un gerçeklikten kurtulma, artık onun vuruşlarına karşı duygusuz kalabileceğiniz bir noktaya varma istemimizi dile getirdiğine dair inanışlar olsa da Crispin Sartwell’e göre gerçekliği aramak bir eğlencedir, çünkü biz kendimiz gerçeğiz ve gerçekliği olumlamak, kendimizi olumlamaktır. Dünya son tahlilde dalgamızı geçtiğimiz yerdir. İnsan ancak kendini unutabilirse sahiden eğlenebilir, kendini lanetlemek, kendini unutmanın önündeki en yüksek ve en derin engeldir. Ayıp bizi ayartarak kendimizi unutmamızı sağlar ancak, sonunda bizi kendimizi lanetlemeye geri çağırır:
“Ayin olarak ihlal, halbuki bize kendimizi unutturur ve dünyada, dünyayla oynamamıza imkân verir, bizi kendi yargılarımızın tiranlığından kurtarır. Bizi, dünyayı ve birbirimizi sevmeye çağırır; bizi cinsel bir sevgiye, belki de bedenselliğin kutsanması olarak bir cinsel oyuna çağırır.”
Nüktenin keskin, saldırgan ifade tarzıyla edilgenliğin, kadına reva görülen pasifliğin bir araya gelmesi olanaksızdır zaten. Evcillik kültü o denli yerleşip içselleşmiş bir kuramdır ki kadınca nükte, kadının zihnini küçümseyerek onun duygusal ve sezgisel doğasını öne çıkaran ideal kadınlık imgesini aşmakta zorluk çekmiştir tarih boyu. Kadınların kahkahası, onları birbirine bağlayan, özgürleştirici bir kahkahadır. Kahkahalarıyla kadınlar kendileriyle aynı sezgi ve anlayışı paylaşmayanları dışarıda bırakırlar. Feminist sinemanın öncülerinden Marlene Gorris’in A Question of Silence adlı filmini izlediğimde, dişil kahkahanın ve gülmenin kadınlar için nasıl muhteşem bir düzenbozucu protesto aracı olabildiğini fark etmiştim bir kez daha. Erkek seyirci tarafından son derece saldırgan bulunan film, maskülin kültür, gelenek, kurum ve yapıların tümden gülünç bir ideolojinin aygıtları olduğunu ortaya koyarak incelikle alay ediyor, erkek otoritesine karşı çıkmakla kalmayıp onu absürdleştirerek anlamsızlaştırıyordu. Bir kara mizah şaheseri oluşunu, yapısını sessizleştirilen/susturulan kadın ironisi üzerine kurmasından, dili sorunsallaştırmasından alıyordu şüphesiz. Zira kara mizah, başkaldırının en görkemli işareti, yıkıcı ve özgürleştirici değerlerin bir parçasıdır bu janrın ateşli savunucusu Annie Le Brun’a göre… 1960’larda sürrealist gruba katılan yazar Annie Le Brun, kara mizah kavramının ateşli bir savunucusudur. Le Brun’un gördüğü, kara mizahın, tıpkı sürrealizmin kendisi gibi erkek işi olduğu kadar kadın işi de olmasıdır. Kara mizah, başkaldırının en görkemli işaretidir, kendini farklı düşünceler içinde doğrulama yeteneğine sahiptir, yıkıcı ve özgürleştirici değerlerin bir parçasıdır. “Kara mizah” diye sonuca ulaşır Le Brun, “egonun, baskıcı dış fikirler karşısında kendini kırılgan hissettirecek yolları reddederek gösterdiği mutlak bir ayaklanmadır.”
Bir erkeği öldürmekle suçlanan üç kadın ve cinayeti anlamaya çalışan bir kadın psikiyatrın başrolde olduğu A Question of Silence’ın finalindeki mahkeme sahnesinde, erkeğin güçle kuşanmış sindirici sesine karşı kadınlar, dilden daha etkin bir araçla -bakışlarla- iletişim kurar ve nihayetinde eril egemen otoriteyi, retorik söylemi bıçak gibi keserler kahkahalarıyla…
Dişil öznelliğe fırsat tanımayan bir toplumda kendilerini özne olarak deneyimleyen kadınların dramını anlatan filmde Garson An, kimse onu dinlemese de durmadan konuşup kahkahalar atmaktadır. Çenebazlığı, cinsiyet ayrımcılığı yapan ve özellikle fazla kilolarıyla ilgili sürekli laf atan müşterilere doğrultulmuş bir silah gibidir. Aynı şekilde mahkeme salonunda da sürdürür kahkahasını. Ve sinema salonundaki kadın seyirciye kadar bir kahkaha dalgası yayılır. Cinayete yalnızca sessizce izleyerek şahit olabilirken hükmün sekteye uğradığı mahkemede kahkaha atmaya başlayan kadınlara fiilen katılabilir izleyici. Kadınların sesleri sağır kulaklara çarpınca, derin bir sessizlikle kuşatıldıklarında mırıltı ve gülme en büyük avantaj haline gelir. Filmin son sahnesi olan kahkaha sahnesi, cinayet sahnesiyle aynı şekilde ritüelvaridir. Göz göze gelen kadınlar teker teker kahkaha atmaya başlarlar. Kadınların kahkahası, mahkeme salonunda olup bitenleri anladıklarının bir göstergesidir; içinde bulundukları vaziyetin ve mahkemenin sebeple sonucu ilişkilendirmekten tamamen aciz olduğunun farkındadırlar. Filmin bu ritüelvari sonu, Anneke Smelik’in belirttiği gibi Yunan mitolojisindeki Erinys’leri çağrıştırır: İntikamlarını alan kadınlar, kahkahalar atan şahitler korosunun gözü önünde yeraltı dünyasına geri gönderilirler.Kadınlarla erkekler arasındaki şiddet ilişkilerini temsil etmenin yolunu arayan bir metafor olarak filmdeki kahkaha hakikaten devrimci niteliktedir. İçeriği ne olursa olsun, konusu ne kadar uzak olursa olsun, espri potansiyel olarak yıkıcıdır. Ve Mary Douglas’ın dediği gibi, esprinin biçimi, denetime karşı denetimsizliğin utkulu bir saldırısından oluştuğu için, hiyerarşik eşitsizliğe son verilmesinin imgesidir o, teklifsizliğin şekilciliğe, resmi olmayan değerlerin resmi değerlere karşı zaferidir.
Hande Öğüt
Gülüyorum; öyleyse işin içindeyim.Gülüyorum; öyleyse aklıselim ve sorumluyum.Donna Haraway
Yeryüzü ana Demeter’in Proserpina adlı güzel bir kızı varmış. Bir gün çayırlarda koşup oynamakta olan Proserpina kendine özgü, diri bir çiçeğe rastlamış ve onun sevimli yüzünü avuçlamak için uzanmış. Birden bire yer sarsılmaya başlamış ve toprak, dev gibi zikzaklar çizerek yarılmış. Yeryüzünün derinlerinden yukarıya doğru Hades çıkarak Proserpina’yı yakalayıp arabasına almış. Proserpina’yı hiçbir yerde bulamayan Demeter aylar süren arayışı sonucunda kızmış, ağlamış, bağırmış, sormuş, her yeryüzü oluşumunun altını, üstünü araştırmış, merhamet dilemiş, ölmek istemiş, ama ne yaparsa yapsın kızını bulamamış. Ve her şeye sonsuza dek büyüme gücü veren Demeter üzüntüyle bağırarak dünyanın bütün üretken tarlalarına lanet etmiş: “Ölün, ölün, ölün!”
Demeter’in laneti sonucu çocuklar doğmamış; buğdaylar, çiçekler, ağaçlar büyümemiş. Bir süre sonra hiçbir sonuç vermeyen yığınla soru, yakarış ve hadiseden sonra nihayet tanınmadığı bir köyde, bir duvarın dibine çökmüş. Ve sancıyan bedenini, duvarın soğuk taşına dayarken bir kadın görünmüş; daha doğrusu kadın gibi biri… Kalçalarını cinsel ilişkiyi çağrıştıran bir şekilde oynatarak ve göğüslerini sallayarak Demeter’in yanına kadar dans ederek gelmiş bu büyülü, sıra dışı kadın. Onu gördüğünde hafiften gülümsemekten kendini alamamış Demeter. Kadının başı yokmuş, gözleri göğüs uçlarında, ağzı da vulvasındaymış. Bu sevimli ağız sayesinde Demeter’i güzel, hoş, ilginç şakalarla eğlendirmeye başlamış. Derken gülümsemesi kıkırdamaya, kahkahaya dönüşmüş Demeter’in. Karından gelen koca bir kahkaha atmış ve iki kadın birlikte gülmüşler; güçlü anne tanrıça Demeter ve küçük karın tanrıçası Baubo…
Demeter’i depresyondan kurtaran ve kızını aramaya devam etmesini sağlayan eylem, gülme olmuş. Proserpina nihayet annesine kavuşmuş, dünya, topraklar ve kadınların karınları yeniden serpilip büyümüş.
Kadına içsel enerjisini veren güçtür kahkaha, aynı zamanda cinsel bir eylemdir. Kadınlar, bir konuyu açmak, üzüntülerini hafifletmek, güldürmek ve psişede ters giden bir şeyi düzeltmek amacıyla cinselliği, şehveti kullanmış olan gerek mitolojik, gerekse gerçek kadınların serüvenlerini işitince önce gülümser, sonra da kahkahayı basarlar. Katarsisin özgür kılma etkisine sahiptir kahkaha. Kitonyen, anaç ve şehevi doğasının yanı sıra mizah, kadınların silahı ve ayakta kalmak için kullandıkları bir taktik, akıl sağlığının bir teminatıdır. Yaratıcı özü kadar bozguncu potansiyeli de kullanılır kadınlar tarafından gülmenin. Her ne kadar kadına özgü, müstehcen, aşağılayıcı, edepsiz bir edim olarak görülse ve “karı gibi gülme”nin erkekliği bozacağı iddia edilse de kimi eril kültürlerde, yıllar yılı kadınlara yasaklı bir alan olur mizah. İnsanbilimci Mahadev Apte, kadınları kamu önünde ve çoğu zaman özel yaşamlarında espri yapmaktan alıkoyan dezavantajları şöyle sıralar:
“Kadınların mizahı, cinsiyetler arasındaki mevcut eşitsizliği yansıtır; öze ilişkin bir eşitsizlikten çok mizahın gerçekleşmesi üzerindeki, kullanılan teknikler üzerindeki, mizahın gerçekleştiği toplumsal ortamlar üzerindeki ve mizahı değerlendiren seyirci üzerindeki kısıtlamalar söz konusudur. Her durumda değilse de genel olarak bu kısıtlamalar erkek üstünlüğüyle egemenliğini ve kadın edilgenliğini vurgulayan ve kadınlar için bu değer ve tutumlara uygun modeller yaratan egemen kültür değerlerinden kaynaklanır.”
Fıkra anlatımındaki cinsiyet ayrımı dile de yansımış durumda. İngilizce grammar (dilbilgisi) ve glamour (cezbetmek) sözcüklerinin Latincedeki kökü aynıdır ve “büyü” anlamına gelir. Fakat bu sözcükler birbirinden ayrılarak farklı yönlerde yol almıştır. Grammar, doğru cümle yapılarını kurarak, glamour ise oynak bir bakış atarak büyü yapmaktır. İlki okuryazarlığa, ikincisi ise sözelliğe aittir, biri derinlik ifade eder diğeri kışkırtıcıdır.
Büyü demişken bir parantez açmak istiyorum. Marguerite Yourcenar, “Kara Büyü” adlı öyküsünde, kahkahanın vahşi gücünü kullanır. Kendisine büyü yapılmış olduğu için veremli olan Amande’ın çevresinde cereyan eden büyü bozma ayini, her şeyden önce safdil kadınların bir erkeğin, “büyü bozucu” Cattaneo d’Aigues’in etrafında toplanmasıdır. Kadınlardan biri, Algenare telaşı ve inkârlarıyla kendini ele verir bir süre sonra. Büyüyü yapan ta kendisidir. Bunu nasıl başarmıştır? Sadece isteyerek. Kadınların çemberinden çıkmayı başaran, bu yüzden de Yourcenar’ın nükteli bir şekilde hayranlığını belli ettiği kadın olsa olsa bir cadı olabilir. Anlatı da kadının bir cadıya evrilişiyle nihayetlenir zaten:“Son sağanak yağmurdan kalan bir su birikintisinin önünde durup aydınlık bir pencereden gelen ışığın altında yüzünü seçmek için eğildi ve birdenbire gülmeye başladı. Kendinden beklemediği vahşi bir kahkahayla, değiştiği, daha doğrusu kendini bulduğu konusunda onu her şeyden çok ikna eden bir kötülükle gülüyordu. Sadece yüreği değil, onun için dünyanın görünüşü de değişmişti: Bir avluda unutulmuş bir süpürge, bluzundaki bir iğne, bir ahır duvarının ötesinden duyulan bir keçinin melemesi artık ona gündelik hayatın alışılmış, basit hareketlerini değil, bir büyücülük ve Şabat ayini sahnelerini hatırlatıyordu. Ve gece havasını içine daha iyi çekmek için başını geriye attığında, yıldızlar onun için, büyük titrek çizgilerle, cadı alfabesinin dev harflerini çiziyordu.”
Kadınların cadı olarak yaftalanıp yakıldığı Ortaçağda, fıkralar da erkeklerdense kadınların dilinde yer alırmış. Bu gerçek, okuryazarlık tarihinin en önemli ancak en gizli yönlerinden birine, dilsel oyun ve şaka ruhunun kadınlar tarafından ayakta tutulduğu gerçeğine işaret eder ki, okuryazarlığın eril tarihinde unutulup gitmiştir.
Ortaçağda kullanılan okumuş Latincesi, kendine yalıtılmış, özenle yapılandırılmış kusursuz bir dünya oluşturmuş, ancak dünyevi işleri -gündelik olanı ve duyguların karmaşasını- uzakta bırakmıştır ki, bu kapsamadığı alanlar, kadınların alanına girer. Dolayısıyla da pek az kadın (manastırda yaşayanlar), bu yüceltilmiş, arıtılmış dilde bir şeyler yazmayı başarmış.
Resmi retorik eğitimi almaları yasaklanan, yazıya ulaşmaları engellenen, önemli toplumsal, ticari ya da dinsel konumlara gelmelerine izin verilmeyen kadınlar, seslerini hemcinsleriyle yaptıkları mahrem ve özel sohbetlerde bulmuşlar bu nedenle. Ortaçağın sonlarına gelindiğinde erkekler, kadınların sohbetlerindeki tehlikeyi sezip bunları boş gevezelik, bayağılık ve dedikodu olarak adlandırmış. Kadınların anlattığı saldırgan, eğlenceli öykücükler, kendi küçücük ve dışa kapalı çevrelerinde kulaktan kulağa dolaşırmış ki, bu öykülerin bazıları gerçek, diğerleriyse süslenmiş, abartılmış öykülerdir. Abartı da tiksinti gibi bir protesto aracıdır kadın dünyasında, mizahın ve kahkahanın araçsal rolü gibi. Kadınlar kendi söylemsel güç alanlarını kara mizahla, keskin iğnelemelerle dolu öykülerle, dikenli bir dilin ağusuyla sarmalanmış fıkralarla, dedikodu denilen gizli etkinlikle oluşturmuşlardır. Dedikodu da kahkaha gibi denetlenemeyen gizil gücüyle, egemen sınıfların kontrolü dışında sözlü bir dayanışma ağı kurulmasına izin verir. Böylece modernliğin değerler sistemi için tedirgin edici bir alan oluşturup “dilsel istikrara, kontrole sahip özne” modelini aşındırır. Tarih boyunca, gündelikliğiyle, ciddi olmamasıyla, taşıdığı duygusal yükle, oyuncul niteliğiyle, başı sonu olmayışıyla, lineer bir anlatı olarak kurulmamasıyla, iniş çıkışlarıyla, seyrinin tahmin edilemezliğiyle, akışkanlığıyla, kaotikliğiyle, anti-rasyonel yapısıyla ve “kadınsı tekinsizliğiyle” modernlik için de bir endişe kaynağı olup çıkar dedikodu. Yaşar Çabuklu’nun Toplumsal Kurgular ve Cinsiyetçilik’te Patricia Meyer Spacks’tan aktardığı üzere dedikodu boyunduruk altında olanların son çaresi, yaşamları sömürgeleştirilmiş alt sınıfların bir direniş aracıdır. Güçleri ellerinden alınmış kadınlar için yedek bir rezervdir tıpkı sıkıntılı duygulara rağmen keyif almanın yedeği olarak iş gören, kızgınlık pahasına üretilen mizah gibi...
Kadınların mizahı konusundaki az sayıda kitabın yazarlarından Nancy Walker’a göre, kadınları, mantık ya da akıldan yararlanmayan, hakikate giden daha emin, daha saf bir yolları olan yaratıklar şeklinde yücelten bu inanışın ardında, entelektüel niteliklere yönelik bir düşmanlık gizlidir.Kadınlar için yaşam, sözlü söylemin kendiliğindenliği içinde yürür, ağızlarından çıkan cümleler, öğretilmiş dilin sözdiziminden etkilenmemiş olduğu için daha serbest bir yapı taşır.Ritme, ölçüye, düzenli aralıklara ve söylemin dönüşleri, ani başlangıçları, kesintileri ve beklenmedik yönlerine karşı kendilerini daha rahat hisseden kadınlar, ayrıca dilin esnekliği ile bağlantılarını da kaybetmediler. Hepsinden önemlisi, bütün bu dilsel esneklik, kadınlara dünyaya karşı bir esneklik vermiş, onları oyuna ve değişim olanaklarına daha açık hale getirerek, okulların katı ve hiyerarşik eğitiminden geçmiş erkeklere oranla daha uyumlu olmaya itmiştir.Gülme, insanoğlunun "kökdili"dir, edebiyata hayat vermiş olan en dolaysız dil: Rabelais’ın dünyasından bu yana edebiyat, oyun ve alaycı konuşmadan, karnavalın anarşist ruhundan ve esprilerden doğup gelmiştir. Şakaların, öykülemenin ve kahkahaların tarihi, 14. yüzyılın sonunda, keskin bir mizahla yüklü öykülere yazılı biçim veren Geoffrey Chaucer’ın edebi dehasında doruğa ulaşır. Kahkahanın Zaferi'nde Barry Sanders, Chaucer’ı, aynı zamanda ilk şakacı yazar olduğu için İngiliz edebiyatının annesi olarak adlandırır. Sözcük oyunları, gülünç ses oyunları yaratarak, zekice uyaklar oluşturarak edebiyata bir annenin şefkatli ruhunu getirir çünkü o, ve öykü anlatımında gerekli cüret ve cesaretin kadınlardan geldiğini çok iyi bilir.
Geçmişten bugüne dilde doğruluk standartları, dilbilgisi, sözdizimi, kullanım ve cümle kurma standartları erkeklerin denetimindeydi ve yeni kuşaklara da erkekler tarafından aktarıldı. Öte yandan retorik dışı kalan söylem, kurallara ve doğruluğa kulak asmayan tavrıyla, ritm, hız, heyecan ve duygu yaşamıyla yani öyküleme dünyasıyla kadınlara aittir. Canlı, serbest ve akışkan bir söylemle özdeşleştirilen bu dünya, annenin çocuğu ile arasındaki yakın, tensel ilişki aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Freud’un her gülüşte bir parça çocukluğa dönüş bulunduğunu öne sürmesi hiç de şaşırtıcı değildir bu nedenle.
Tarih boyunca durmadan anlam değiştirmiş olsa da, Sanders'a göre kahkaha daima "köylülerin ve kadınların" dünyasıyla bağlantılı olmuştur. Bu anlamda aslında bir "yeraltı hareketi"dir gülme. Mizahın erkeklere nazaran kadınların daha az gerçekleştirdiği bir eylem olmasına rağmen erkeklerden daha sivri bir üsluba sahip olduklarından bahseden Sanders, “Medusa’nın gülüşü”nün işte böyle yakıcı ve yok edici bir gülüş olduğunu belirtir. Zira kolektif ve iyileştirici bir kahkaha değildir kadınlarınki, bireysel, izole, sarkastik bir kahkahadır ki bu edim, sürekli kılmaları beklenen davranış kalıplarını kırar; kadın diline muhalif bir ivme katar. Hiyerarşik kalıpları yıkan, kesen, bölen, dağıtan, parçalayan bu feminist strateji, yadsıma, transgresyon ve meydan okumanın bir biçimi olarak altüst edici etkiye sahiptir. Hélène Cixous, kadın sohbetleri üzerine yazdığı Medusa’nın Kahkahası’nda, uzaktan bakıldığında kendi kendine konuşan kadınların şen, şakacı yaratıklar gibi göründüğünü öne sürer: “Medusa ölümcül değil. Medusa çok güzel ve Medusa gülüyor.” Ancak ne var ki Medusa önce bir “yaklaş” bakışı atar, sonra “yaklaşma, yakarım” der gözleri; insanın yüzüne gülerek onu incitmekle kalmaz, alay da eder.Kadın kahkahası ironiktir ki hilekârlığı ve oyunbazlığıyla ironi, gülmeye pek benzer. Diyalektik olarak bile ayrıştırılıp daha geniş bütünler haline getirilemeyen çelişkiler ve birbiriyle uyuşmayan şeyleri, hepsi de zorunlu ve doğru olduğu için bir arada tutmanın gerilimini yansıtan ironi, oyunu ciddiye alma ve mizah hakkındadır. Bir yandan retorik bir strateji ve politik bir yöntemdir de; Donna Haraway’in “Sosyalist-feminizm içerisinde daha fazla el üstünde tutulduğunu görmeyi arzuladığı” bir yöntem… Ki siborg imgesi de onun ironik inancının, küfrünün tam ortasında yer alır. Dil uğruna ve kusursuz iletişime karşı, fallogosantirizmin merkezi dogmasına verilen mücadelenin “figürü” olan siborg mefhumu dişidir ve karmaşık yönlerden bir kadındır. O bir direniş eylemi, hoş ve açık sözlüsünden bir muhalif harekettir. Birçok şeyi bünyesinde toplayan, muhalif bir figür olarak siborg, kendini tereddütsüz şekilde kısmiliğe, ironiye, samimiyete ve sapkınlığa adamıştır, masumiyetten tamamen yoksundur.
Müstehcenlik, edepsizlik, abartı, tiksinti, iğrenti, dışkılama gibi formları da kullanarak bedensel maddi altkatmana eril kültür tarafından yapılan göndermeleri de tersyüz eder dişil mizah. Böylelikle düzgün, temiz konuşma, hijyen, steril şeyler dünyası ve saf, meleksi kadın imgesi ortadan kalkarak belden aşağı espriler anlamlı hale gelir. Bakhtin’in söylediği gibi, “Şeyler, korkuyu ve kasvetli ciddiliği bozguna uğratmış olan gülme çerçevesinde sınanıp yeniden değerlendirilir. Nesneleri sahte ciddiliğin tuzaklarından, korkunun esinlediği yanılsama ve yüceltmelerden kurtarır.”Modernlik ortaçağın grotesk bedenini, özellikle de kadın bedenini ehlileştirmek, uygarlaştırmak adına çalışır. Kadının oturması, kalkması, nasıl konuşacağı kurallara tabidir. Sessiz olmalı, gülmemeli, hele ki kahkaha hiç atmamalıdır. Kadınlar dilbilimsel ayrımcılığı, dili kullanmayı öğrenme şekilleri ve genel dil kullanımının onları ele alma şekli açısından iki şekilde yaşamışlardır tarih boyu. Ki ortaçağın kuralları günümüzde de geçerlidir. Modern Amerika’nın Florida eyaletinde bir lokantada garsonluk yapan Darra Kollios’un işten atılma gerekçesi, romantik ve sessiz olması gereken restoranda kahkaha atmasıdır. Kahkaha bozguncudur, tehlikelidir. Yersiz bir kahkaha, her şeyden daha büyük bir güçle, yetkili kişilerin iktidarını sarsabilir. 1995–1999 yılları arasında TBMM’de görev yapan ve halen DYP Genel İdare Kurulu (GİK) üyesi olan Ümran Akkan, “Kadınım, Hayret! Meclisteyim” adlı kitabın önsözünde siyaseti düşünen kadınlara değerli nasihatlerde bulunur:
“Üşenmeyin, yanınıza güvenilir, oturaklı bir iki arkadaş alıp köylere gidin, beldelere gidin, halkın hal ve hatırını sorun.” Ama “bu gezilerinizde kadın arkadaşlarınız olmasın. Çünkü politikayı da bilmiyorlarsa, kahvede yakacakları bir sigara, aniden attıkları bir kahkaha veya giyim tarzları sizi ikinci plana atabilir. Dikkatleri dağılır.”
Kahkaha attığı için yaftalanan, “hafif” kadın olarak yargılanan, yüksek sesle gülmesi ortaçağdan bu yana hâlâ garipsenen kadının ağzı kapalı olmalıdır. Kadının boşboğazlığı, sözsel ölçüsüzlüğü, cinsel ölçüsüzlükle ilişkilidir çünkü!
Oysa kadın bedeni ne kadar denetim altına alınıp kapatılmaya çalışılsa da dışarıya sızıntı yapan, dışa tehlikeli biçimde açık olan bir bedendir. Ve kadınlar bu akıntı ve sızıntılarıyla, eğlenmeyi çok iyi bilir. 70’lerden itibaren gerçekleştirmeye başladıkları vajina sanatı çalışmalarında kanayan yarıkları, delikleri, derin yaraları, mukusu hem resmederler, hem canlandırırlar. “Vajina Sanatı”nın kendileri için heyecan verici, yıkıcı ve eğlenceli olduğunu belirten Judy Chicago’ya göre vajina, kadınların bedenleri ve cinsel kimlikleri konusunda bilinçlenmeleri anlamına gelir. Gülen vulva, bedeni de kasılma ve büzüşmelerden, kendi içine kapanmaktan kurtarırken, hijyeni ortadan kaldırarak kadınsı şehveti tomurcuklandırır. Gülmek için hızlı bir ardışıklık içinde soluk verip ardından nefes almak gerekir. Nefes almak insanın bedenini, duygularını ve bedeninin içinde olup biteni hissetmesini sağlar ki, gülme halinde kadın derin nefes alır ve bunu yaptığında ise kabul görmeyen duygular hissetmeye başlayabilir. Engellenmiş gözyaşlarının serbest kalması, tensel bastırılmışlıkların çözülmesi, organların titremesi, hıçkırık, bedenin yılankavi salınımlarla savrulması ve nihayetinde sağladığı orgazmik rahatlama cinsel edime yakın, ama onunkiyle kıyaslanamayacak bir haz verir kadına. Bedenin iç salgı bezleri ve sinir sistemi boyunca yayılarak cinsel/şehevi bir büyülenme yaratan bu iksir, kadının tarih boyu yasaklanan, bastırılan, denetlenen, erotize edilerek fetişleştirilen bedenini “gülen beden” haline getirir. Çok sıkı olan şeyleri gevşetme, kederi kaldırma, bedeni, zihinde değil de bedenin kendisine ait olan bir mizah türü içine sokarak onu gülen beden haline getirme işlevlerinin esinleyicisi ve yardımcısı ise müstehcenlik tanrıçalarıdır.
Eski Yunan tanrıçalarından, müstehcenliği sembolize eden Baubo, kutsal cinselliğe ve hayat/ölüm/hayat döngüsüne dair arketipsel vahşi tanrıçalardan biridir. Neolitik karın tanrıçalarından olan ve üretkenliği temsil eden ve bir parça müstehcenliğin, depresyondan çıkılmasına yardım edebileceği fikrine sahip bu küçük figür, Clarissa P. Estes’in belirttiği gibi, duyarlılık ve dışavurumları; göğüsleri ve duyarlı yaratıkların içinde hissedilen şeyleri, başkalarının sadece hayal edebileceği ama sadece bir kadının bildiği duyumların hissedilebileceği vulvanın ağzını temsil eder. Ve ayrıca bir kadının sahip olabileceği en iyi ilaçlardan biri olan karından gülmeyi simgeler. Karınlarından, cinsel organlarının ve akıllarının içinden gülerler kadınlar; cinsel içerikli gülmede, daha uysal şeylere gülmekten farklı olan bir şey vardır. Cinsel içerikli bir gülme, psişenin hem en uzak, hem de en derin bölgelerine ulaşmakta, her tür şeyi sallayıp gevşetmekte, kemiklerimizi oynatmakta ve bedenin içinde latif bir duygu akışının oluşmasına neden olmaktadır. O, her kadının psişik dağarcığında bulunan bir vahşi zevk biçimidir. Kutsal olan ile şehevi olan psişede birbirine yakın yaşar Estes’e göre:
“Kutsal-olanda, müstehcen-olanda, cinsel-olanda, kısa ve sessiz bir gülüşün geçivermesi ya da edepsiz kocakarı gülüşü veya aslında bir gülme olan hırıltı ya da vahşi ve hayvani bir gülme ya da müzik skalasında bir yolculuğa benzeyen titreyiş gibi her zaman için bekleyen bir vahşi gülüş vardır.”
Gülme, kadının en vahşi cinselliğidir; fizikseldir, temeldir, tutkuludur, hayat vericidir ve bu yüzden uyarıcıdır. Jenital uyarılma gibi bir hedefi olmayan bir cinsellik türüdür. Kutsaldır çünkü iyileştiricidir, şehevidir çünkü bedeni ve onun duygularını uyandırır, cinseldir çünkü heyecan vericidir ve haz dalgalarına neden olur.
Kadınların birbirlerine anlattığı öykülerden kaynaklanan bazı gülme biçimlerinin tamamen tatsızlaşacak kadar edepsizce olan kadın öykülerinin libidoyu tahrik ettiği doğrudur. Bunlar bir kadının hayatla ilgisini yeniden tutuşturur. Öyleyse Estes’in vurguladığı gibi kendi kendimizi iyileştiren hazinemiz olan kirli öyküler, sadece depresyonu yok etmekle kalmaz, kara yüreği öfkeden arındırarak öncekinden daha mutlu bir kadın yaratır.
Güzel ve kirli neşedir kahkaha. Mizah var olan kötülüğün içinde, bu kötülüğün özelliklerini daha soğuk bir aldırmazlıkla belirtmek için gitgide edepsizleşir; mizah yazarı da bizi iğrendirmek için cesetleri açan bir anatomi uzmanıdır. Gülme, tiksinmeyi konumlandırmanın ve konumundan etmenin bir biçimidir Kristeva’ya göre. Dışkılama gibi abject, mizah gibi bozguncu ve erotik feminist temsil formları, birbirinden oldukça farklı iki stratejinin; yadsıma, transgresyon ve meydan okumanın birer biçimi olarak benzer bir altüst edici etkiye sahiptir. Yanılsamaların dünyası –dinlerin dünyası- bizi konuşturan yasağı açığa çıkarır ya da onu cisimleştirir. Böylece bu dünya nefreti, eğer onu sevgiye dönüştürmemişse meşrulaştırır. Bugünün yanılsamalardan yoksun dünyası ise bunalım ya da iğrenme ile kulakları sağır eden gülüş arasında bölünüp kalmıştır. Oysa bizler iğrençle birebir karşılaşmaktan kaçarız. Kimse iğrenmenin öznesi ya da iğrenme öznesi olduğunu kabul etmez. Hele kadınlar yalan söyler, reddeder ama yine tabuyu, baskıyı delik deşik edici yalanlardır bunlar:
“Elimi kutuma soktum, yıllardır çer çöple doldurduğum kutuma. Göbeğimi uzun kesti diye haminnem, benim de aklım alt deliklerde. Sinsiyim işte, sofuyum, garezimi gülüşümün altına çekiyor, uyuyorum. Ama bazen melaikeliğe soyunup kuyruğumu eteğimin gölgesine sokuşturuyorum. Gözetlendiğimi bildiğim için ne zamandır dip köşelerde saklanıyorum. Dudaklarımı büzüyorum ve tabii yalan söylüyorum.”
Argo, mizah, gülme gibi alanların kadın dünyasına açtığı farklı boyutlar üzerine çalışan Filiz Bingölçe’nin, Kadın Argosu Sözlüğü’nün önsözüne yazdığı bu “yalan”da da olduğu gibi dehşet, büyülenme ve komik olan iç içedir kadının gizli dilinde. Onların kendi aralarında konuştukları bu dil, oyuncul, şifreli, histerik ve bölüntülü yapısıyla erkek tahakkümüne bir karşı duruştur. Dişilin sınırlarında yaşanan narsistik bir kriz olarak anlaşılmış olan dehşet ve büyülenme örüntüsü, insan macerasına anlam vermeye çalışan dinsel ve politik girişimleri komik bir ışıltıyla da aydınlatır. Çünkü iğrenme karşısında yalnızca parçalanmış, reddedilmiş ve iğrenç kılınmış bir anlam vardır karşımızda: Komik! “Yüce”, “insani” ya da “bir başka zaman”, komedi ya da büyüler âlemi aslında daha sonra ya da asla ama burada, ortaya konulmuş ve alıkonulan imkânsızı hesaba katarak gerçekleştirebilir.
Kadın Argosu Sözlüğü’nün yanı sıra Futbol Argosu kitabının yazarı Filiz Bingölçe’nin kadınların dilsel yaratıcılıklarını, fantezilerini, neyle nasıl alay ettiklerini, neyi nasıl eleştirdiklerini ve nelere güldüklerinin çetelesini çıkaran yeni çalışması Fantastik Dişil Mizah’ta da kadınların kahkahayı, gülmeyi ve parodiyi kullanma biçimlerindeki incelik ve sivrilik kadar fıkralardaki kaba, saçma, iğrenç, kirli ve edepsiz ögelerdeki muhalif ton oldu ilgimi cezbeden… (Ki agresif tutumu ve parodik enerjisiyle, “dişil mizah”ın sinema ve edebiyattaki temsilcisi Doris Dörrie de muhalif tonuyla takip ettiğim bir başka kadın yazardır.) Müstehcen espriler, cinsellik hakkında konuşma baskısını ortadan kaldırırken, acımasız espriler ise çatışma yaratan duyguların açık dışavurumuna karşı olan baskıyı yok eder ki, Bingölçe de kadın fıkralarındaki yorumu ve aksiyonu yaratanın aslında bu unsurlar olduğunu teslim ediyor:
“Bütününe bakınca ortadakinin hem dolaylı, hem doğrudan aşağılamalarla, gözden düşürmelerle, derinden dalga geçişlerle önce yutulan, sonra kusulan eril dünya olduğu meydanda... Basit lafazanlığın ötesine geçmiş her fıkrada ataerkil kültüre burun kıvıran, kıç dönen bir taraf bulunduğu ise açık. Kes!, biç!, dağıt!, parçala! Biçiminde çalışan ise ‘dişil dünya’…”
Bingölçe, “mizahtan anlamaz” diye damgalanan kadınların “eril mizahı” duymazdan gelme nedenlerini ise şöyle açıklıyor:
“Erkeklerin her güldüğüne gülmüyorlar diye epey bir zaman ‘mizahtan anlamaz’ diye damgalandı kadınlar malum. Oysa asıl neden galiba farklı. Kadınlar kimi kez ‘eril mizahı’ duymazdan geliyorlar demek belki daha doğru. Çoğu kez kamusal alanda ‘ben fıkra bilmem, anlatılanı da hemen unuturum’ deyip belirsiz bir terbiyeli mahcubiyet örtüsü altına gizleniyor, özellikle müstehcen fıkraları tekrarlamayı istemiyor ya kadınlar... Bu hareketin altında bir yanıyla ataerkil toplumun beklentileri uyarınca kendini bastırma meselesi varsa bir yanıyla da dışlama, baştan savma isteği var bence. Çünkü ‘eril mizahta’ kadının yeri ‘kurban’ olarak aşağılanan, düşman ve asalak figür biçiminde hiç de azımsanmayacak bir yer ve öneme sahip. Seksi espri yapma ayrıcalığının kendisinde olduğunu düşünen erkek; saldırgan sözlerle ve içindekini dışa vurmanın rahatlığıyla ballandıra ballandıra anlatırken fıkrasını, kadına dinlemek düşüyor. Erkeğin bakış açısı şiddetle yukarıdan aşağıya doğru ve fıkraları da hem baskıcı hem cinsiyetçi.”
Eril mizahta kadın ya düşman, ya fahişe, ya amorf bir yaratık, ya da büyücüdür. Genellikle cinselliği ve bedeni suistimal edilerek aşağılanır. Kadının cinsel organ varyasyonlarıyla dolu küfürlü ve argo espriler hem saldırgan, hem cinsiyetçi hem de homofobiktir. Korkunç, saçma, akıldışı, ütopik, ideal, olağanüstü durumlar üzerinden gelişen; evlilik, beğenilmek, cinsellik, arzulanmak, aldatmak, aşk, bakirelik, gerdek, hamilelik, penis, fal, flört, regl, tecavüz, vibratör, kadın pedi, şehvet, mastürbasyon, cennet-cehennem konuları çevresinde dönen kadın fıkralarındaki “dişil unsurlar” ise ataerkil düzenin “esas oğlanını” ve onun zavallı silahını, penisi hedef tahtası haline getirirken kullandıkları bedensel deformasyonlar ve abjection kalıplarıyla durağan, katı ve kendini ciddiye alan her şeyi bir hamlede alaşağı ediyor. Hem yazılı hem sözlü kültürün izlerini taşıyan derlemede fıkraların esas kahramanları bu fantastik yaratıklar; ilginçtir ki kadınlar erkekler gibi bir “esas oğlana”, baş kahramana, “personnage régnant”a gerek duymuyorlar. Temel’in karısı Fadime, Nasreddin Hoca’nın karısı, Meryem Ana, Rahibe, Peri, Kırmızı Başlıklı Kız gibi sık olmamakla beraber karşımıza çıkan tipler de yazılı kültür ile sözlü geleneğin cinsiyetçi yapısını ortaya koymak adına özellikle seçilmiş figürler, bu nedenle hiç de “masum” değiller. Freud, “masum espriler”in, nadiren gülme patlamasına neden olduğunu, müstehcen ve acımasız türleri bulunan “meyilli espriler”in amacınınsa, bastırmayı ortadan kaldırarak arzuyu özgür kılmak olduğunu belirtir. Özellikle yanlı ya da müstehcen şakalara dair Freud kadını iki erkek özne arasında nesne konumuna sokar. Ama şaka yapan kadın olunca, bir fark, belli bir imkânsızlık olmalıdır. Ayrıca seyirci/dinleyici ile şaka yapan arasındaki sürecin Freud’a göre karşılıklı zamanlanmış, anlık bir bilinçaltına kayış olduğu düşünüldüğünde, “bilinçaltı”, “dişil” olarak nitelendirildiğinde “ne olur?” diye sorar Patricia Mellencamp. Erken dönem durum komedisinde kadınlar hakkındaki makalesinde, kadınların Freud'cu şakalar paradigmasında olduğu gibi kahkahanın sadece nesnesi değil, hem öznesi hem de nesnesi olmalarının ne anlama geldiğini sorgulayan Mellencamp, mizahın egonun ve hazzın zaferi olabileceğinden söz eder: Komedi, öfkenin değilse de kızgınlığın yerine hazzı geçirir.Gülmek, kendini sonuna dek açmaktır. Ve mizah sıklıkla ihlal edicidir. Ağırbaşlılık bu anlamda küfürdür. Baştan çıkıp kendimizden geçtiğimizde unuttuğumuz ilk şey ciddiyetimizdir. Dünyayı ciddiye almak, her zaman kişinin dünyaya anlam atfettiğini, yani kişinin dünyanın olumsallığından ve tuhaflığından kaçarak ilkeler ve kavramlar dünyasına sığındığını gösterir. Bu nedenle oyunculuk olmaksızın sahici derinlik yakalanamaz. Ağırbaşlılık kötü bir erdemdir ama oyunculuk insanı kurtarabilecek bir günahtır.İhlali kutsal görmek, cinselliğe ciddiyet kazandırılması değil, kutsallığa neşe katılmasıdır. Gerçek olana açılma ve onu olumlama, nihayetinde bir cefa olarak yaşanıyor olsa da bir neşe kaynağıdır. Humour’un gerçeklikten kurtulma, artık onun vuruşlarına karşı duygusuz kalabileceğiniz bir noktaya varma istemimizi dile getirdiğine dair inanışlar olsa da Crispin Sartwell’e göre gerçekliği aramak bir eğlencedir, çünkü biz kendimiz gerçeğiz ve gerçekliği olumlamak, kendimizi olumlamaktır. Dünya son tahlilde dalgamızı geçtiğimiz yerdir. İnsan ancak kendini unutabilirse sahiden eğlenebilir, kendini lanetlemek, kendini unutmanın önündeki en yüksek ve en derin engeldir. Ayıp bizi ayartarak kendimizi unutmamızı sağlar ancak, sonunda bizi kendimizi lanetlemeye geri çağırır:
“Ayin olarak ihlal, halbuki bize kendimizi unutturur ve dünyada, dünyayla oynamamıza imkân verir, bizi kendi yargılarımızın tiranlığından kurtarır. Bizi, dünyayı ve birbirimizi sevmeye çağırır; bizi cinsel bir sevgiye, belki de bedenselliğin kutsanması olarak bir cinsel oyuna çağırır.”
Nüktenin keskin, saldırgan ifade tarzıyla edilgenliğin, kadına reva görülen pasifliğin bir araya gelmesi olanaksızdır zaten. Evcillik kültü o denli yerleşip içselleşmiş bir kuramdır ki kadınca nükte, kadının zihnini küçümseyerek onun duygusal ve sezgisel doğasını öne çıkaran ideal kadınlık imgesini aşmakta zorluk çekmiştir tarih boyu. Kadınların kahkahası, onları birbirine bağlayan, özgürleştirici bir kahkahadır. Kahkahalarıyla kadınlar kendileriyle aynı sezgi ve anlayışı paylaşmayanları dışarıda bırakırlar. Feminist sinemanın öncülerinden Marlene Gorris’in A Question of Silence adlı filmini izlediğimde, dişil kahkahanın ve gülmenin kadınlar için nasıl muhteşem bir düzenbozucu protesto aracı olabildiğini fark etmiştim bir kez daha. Erkek seyirci tarafından son derece saldırgan bulunan film, maskülin kültür, gelenek, kurum ve yapıların tümden gülünç bir ideolojinin aygıtları olduğunu ortaya koyarak incelikle alay ediyor, erkek otoritesine karşı çıkmakla kalmayıp onu absürdleştirerek anlamsızlaştırıyordu. Bir kara mizah şaheseri oluşunu, yapısını sessizleştirilen/susturulan kadın ironisi üzerine kurmasından, dili sorunsallaştırmasından alıyordu şüphesiz. Zira kara mizah, başkaldırının en görkemli işareti, yıkıcı ve özgürleştirici değerlerin bir parçasıdır bu janrın ateşli savunucusu Annie Le Brun’a göre… 1960’larda sürrealist gruba katılan yazar Annie Le Brun, kara mizah kavramının ateşli bir savunucusudur. Le Brun’un gördüğü, kara mizahın, tıpkı sürrealizmin kendisi gibi erkek işi olduğu kadar kadın işi de olmasıdır. Kara mizah, başkaldırının en görkemli işaretidir, kendini farklı düşünceler içinde doğrulama yeteneğine sahiptir, yıkıcı ve özgürleştirici değerlerin bir parçasıdır. “Kara mizah” diye sonuca ulaşır Le Brun, “egonun, baskıcı dış fikirler karşısında kendini kırılgan hissettirecek yolları reddederek gösterdiği mutlak bir ayaklanmadır.”
Bir erkeği öldürmekle suçlanan üç kadın ve cinayeti anlamaya çalışan bir kadın psikiyatrın başrolde olduğu A Question of Silence’ın finalindeki mahkeme sahnesinde, erkeğin güçle kuşanmış sindirici sesine karşı kadınlar, dilden daha etkin bir araçla -bakışlarla- iletişim kurar ve nihayetinde eril egemen otoriteyi, retorik söylemi bıçak gibi keserler kahkahalarıyla…
Dişil öznelliğe fırsat tanımayan bir toplumda kendilerini özne olarak deneyimleyen kadınların dramını anlatan filmde Garson An, kimse onu dinlemese de durmadan konuşup kahkahalar atmaktadır. Çenebazlığı, cinsiyet ayrımcılığı yapan ve özellikle fazla kilolarıyla ilgili sürekli laf atan müşterilere doğrultulmuş bir silah gibidir. Aynı şekilde mahkeme salonunda da sürdürür kahkahasını. Ve sinema salonundaki kadın seyirciye kadar bir kahkaha dalgası yayılır. Cinayete yalnızca sessizce izleyerek şahit olabilirken hükmün sekteye uğradığı mahkemede kahkaha atmaya başlayan kadınlara fiilen katılabilir izleyici. Kadınların sesleri sağır kulaklara çarpınca, derin bir sessizlikle kuşatıldıklarında mırıltı ve gülme en büyük avantaj haline gelir. Filmin son sahnesi olan kahkaha sahnesi, cinayet sahnesiyle aynı şekilde ritüelvaridir. Göz göze gelen kadınlar teker teker kahkaha atmaya başlarlar. Kadınların kahkahası, mahkeme salonunda olup bitenleri anladıklarının bir göstergesidir; içinde bulundukları vaziyetin ve mahkemenin sebeple sonucu ilişkilendirmekten tamamen aciz olduğunun farkındadırlar. Filmin bu ritüelvari sonu, Anneke Smelik’in belirttiği gibi Yunan mitolojisindeki Erinys’leri çağrıştırır: İntikamlarını alan kadınlar, kahkahalar atan şahitler korosunun gözü önünde yeraltı dünyasına geri gönderilirler.Kadınlarla erkekler arasındaki şiddet ilişkilerini temsil etmenin yolunu arayan bir metafor olarak filmdeki kahkaha hakikaten devrimci niteliktedir. İçeriği ne olursa olsun, konusu ne kadar uzak olursa olsun, espri potansiyel olarak yıkıcıdır. Ve Mary Douglas’ın dediği gibi, esprinin biçimi, denetime karşı denetimsizliğin utkulu bir saldırısından oluştuğu için, hiyerarşik eşitsizliğe son verilmesinin imgesidir o, teklifsizliğin şekilciliğe, resmi olmayan değerlerin resmi değerlere karşı zaferidir.
4 Mart 2010 Perşembe
sevdiğim bir şiir
Hayatın Uçurumlarıdır Yalnızlıklar
Gül yaprağı düşer kimi kez daluykularının yüzüne
gün ışığı kuş cıvıltıları sarar bütün dünyayı
ve bir sevinç dolar yüreğine apansız
uzanıp bütün pencereleri aşmak merhaba demek ister güneşe
- merhaba yaşamak - merhaba dünya - merhaba ey sevda
ne ki ömürsüzdür gül sevinci
parçalanmış bir gökyüzüdür yaşamak
donup kalır dudaklarında bir hüzün
ve çiy tanelerine döner türküler
türküler hüzne dönmüşse eğer
geriye ne kalmıştır zaten
paramparçadır yaşamak
paramparçadır dünya
paramparçadır sevdalar
Paramparça da olsa sevdalar
yine de kalmış olabilir küçücük bir mavilik
gökyüzüne bir sevda kırıntısı
avuç içi kadar bir umut
Yuvalarından düşmüş kuş yavrularını alıp
ısıtmak ister yüreğinin yangınında
ve yeniden boyamak kalımlı bir maviye gökyüzünü
sonra usulca azat etmek kuş cıvıltılarını
ne zaman ki sıkar acının zembereğini
usul usul sıkar bir kuyudan su çeker gibi sabırla
Bir yanda köpüklü çağlayanlar gibi öfke
bir yanda boğuntunun yılan ıslıkları
ekler birbirine bin bir parçayı ve yaratır
kendi elleriyle gökyüzünü
- günaydın - günaydın - günaydın
Gün aydın olmaz yine de
Gün karadır karanlıktır
Gün yorgun bir dev gibi boylu boyunca uzanır
içinin sokaklarına
ne pencereden bir ışık sızar
ne çocuk sesleri duyulur
herşey biter bekleyişlerden başka
ve sanki bir adım ötede
evde kalmış kızlar için idam mangaları kurulur
Çığlıklarsa bir çiğ yuvarlanışıdır kulaklarının karanlık uçurumlarında
uçurumlardır sevda
uçurumlardır umut
uçurumlardır yaşamak
AHMET TELLİ
gün aydın olmaz yine de gün karadır,karanlıktır.boğuntunun yılan ıslıkları çalıyor küçük dünyamın sokaklarında,o kadar ıssız ki sokaklar ıslıklar yankılanıyor ve çığlığa dönüyor.uçurumda hayat,uçurumda beden,uçurumda yaşamak.uçurumun kenarında bir ileri bir geri sallanıyor beden.düşüp düşmemekte kararsız.bir adım ilerisi uçurumun dibi.peki uçurumun gerisindeki yaşam?o ne kadar aydınlık.paramparça dünya,paramparça umutlar,paramparça inandığın herşey.istediğin tek şey bir ses bir nefes,canına can katacak,kalbi seninle atacak bir can.yüreğinin yangınında ısınabileceğin biri yoksa eğer istediğin kadar aç pencereni güneşli bir günde merhaba de yaşama yine de içine almaz seni yaşam.kendi dünyanda hep geceyken ve üşüyorken parlayan güneşi ve gökyüzünün kalımlı mavisini bilemezsin ve kucaklayamazsın yaşamı.aç kollarını izin ver içindeki zehirin akmasına.gözlerinden,ağzından,kulaklarından,burun deliklerinden aksın içindeki simsiyah zehir.derin bir nefes al ve gökyüzünün parlak mavisini,badem çiçeklerinin beyaz saflığını ve yemyeşil kokulu otları al içine .ruhunun en tenha yerlerine girmesine izin ver.gün aydın olsun.günün ve dünyan.
Gül yaprağı düşer kimi kez daluykularının yüzüne
gün ışığı kuş cıvıltıları sarar bütün dünyayı
ve bir sevinç dolar yüreğine apansız
uzanıp bütün pencereleri aşmak merhaba demek ister güneşe
- merhaba yaşamak - merhaba dünya - merhaba ey sevda
ne ki ömürsüzdür gül sevinci
parçalanmış bir gökyüzüdür yaşamak
donup kalır dudaklarında bir hüzün
ve çiy tanelerine döner türküler
türküler hüzne dönmüşse eğer
geriye ne kalmıştır zaten
paramparçadır yaşamak
paramparçadır dünya
paramparçadır sevdalar
Paramparça da olsa sevdalar
yine de kalmış olabilir küçücük bir mavilik
gökyüzüne bir sevda kırıntısı
avuç içi kadar bir umut
Yuvalarından düşmüş kuş yavrularını alıp
ısıtmak ister yüreğinin yangınında
ve yeniden boyamak kalımlı bir maviye gökyüzünü
sonra usulca azat etmek kuş cıvıltılarını
ne zaman ki sıkar acının zembereğini
usul usul sıkar bir kuyudan su çeker gibi sabırla
Bir yanda köpüklü çağlayanlar gibi öfke
bir yanda boğuntunun yılan ıslıkları
ekler birbirine bin bir parçayı ve yaratır
kendi elleriyle gökyüzünü
- günaydın - günaydın - günaydın
Gün aydın olmaz yine de
Gün karadır karanlıktır
Gün yorgun bir dev gibi boylu boyunca uzanır
içinin sokaklarına
ne pencereden bir ışık sızar
ne çocuk sesleri duyulur
herşey biter bekleyişlerden başka
ve sanki bir adım ötede
evde kalmış kızlar için idam mangaları kurulur
Çığlıklarsa bir çiğ yuvarlanışıdır kulaklarının karanlık uçurumlarında
uçurumlardır sevda
uçurumlardır umut
uçurumlardır yaşamak
AHMET TELLİ
gün aydın olmaz yine de gün karadır,karanlıktır.boğuntunun yılan ıslıkları çalıyor küçük dünyamın sokaklarında,o kadar ıssız ki sokaklar ıslıklar yankılanıyor ve çığlığa dönüyor.uçurumda hayat,uçurumda beden,uçurumda yaşamak.uçurumun kenarında bir ileri bir geri sallanıyor beden.düşüp düşmemekte kararsız.bir adım ilerisi uçurumun dibi.peki uçurumun gerisindeki yaşam?o ne kadar aydınlık.paramparça dünya,paramparça umutlar,paramparça inandığın herşey.istediğin tek şey bir ses bir nefes,canına can katacak,kalbi seninle atacak bir can.yüreğinin yangınında ısınabileceğin biri yoksa eğer istediğin kadar aç pencereni güneşli bir günde merhaba de yaşama yine de içine almaz seni yaşam.kendi dünyanda hep geceyken ve üşüyorken parlayan güneşi ve gökyüzünün kalımlı mavisini bilemezsin ve kucaklayamazsın yaşamı.aç kollarını izin ver içindeki zehirin akmasına.gözlerinden,ağzından,kulaklarından,burun deliklerinden aksın içindeki simsiyah zehir.derin bir nefes al ve gökyüzünün parlak mavisini,badem çiçeklerinin beyaz saflığını ve yemyeşil kokulu otları al içine .ruhunun en tenha yerlerine girmesine izin ver.gün aydın olsun.günün ve dünyan.
çaya ban
midem sanki dipsiz bir kuyu ne göndersem dolmuyor.bari bir işe yarasın bir günde en fazla paket petibör bisküviyi çaya batırıp yeme rekoru kırmaya karar verdim.henüz 1.paket bitti,devam ediyorum.
3 Mart 2010 Çarşamba
uyanış
“Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler, önce onurlarını, sonra özgürlüklerini, daha sonra da geleceklerini kaybetmeye mahkûmdurlar.”
Atatürk
çalışmam gerek benim de kendime saygımı yitirmemek,özgürlüğümü kazanmak için ders çalışmalıyım.ekonomi,finans kitaplarım beni bekliyor.
ben de tembelim maalesef.halen ders çalışmaya başlamadım.kitap da okuyamıyorum.diyete de devam edemiyorum.bahar beni fena çarptı.salladı salladı duvara yapıştırdı.dün eve giderken düşündüm ne oluyor bana?yine, yeniden neden diplerdeyim?oysa iyi gelmişti bana bloğum.yazmak iyi geliyordu.yazamıyorum ama,nasıl ki işkence yapılan biri çektiği acıları anlatamaz kelimeler boğazında düğümlenirse ben de kimsenin değil öz be öz kendimin yaptığı işkencenin acılarını yazamıyorum.kelimeler çıkmıyor dilimden.dün kulağımda edip akbayram'dan vesikalı yarim otobüs durağında sordum kendime neler oluyor sana?suçu yine kime atsam dedim.kim kırdı kim üzdü beni.hoş kıran da üzen de yok,ama yine de bir suçlu buldum huyum kurusun. tabiat anaya bağlı bir yaşamım oluşu.topraktan gelmem.
biz kadın ırkı doğurganız ya, tıpkı tabiat ana gibi.tabiat ana uyanıyor,tomurcuklar patlıyor ağaçlarda,toprak yeşil örtüsünü alıyor üzerine,mavi,mor çiçekler açıyor.her doğum sancılı olur.farkında değiliz belki,ama tabiat ana tüm enerjisini harcıyor.çevremizde çok yoğun bir enerji var.işte bu enerji ben ve benim gibileri etkiliyor.erkekler neden bilmem pek etkilenmiyorlar,ama kadınlar sarsılıyor,hırpalanıyor.tıpkı doğum anındaki gibi çığlıklar atıyorum ben de,sessiz çığlıklar. her yıl olurum böyle,bu yıl ilk defa sorguluyorum kendimi,çünkü küllerimden yeniden doğacağım bir yıl olsun istiyorum.sancıları kabulleniyorum,kanamayı,gözyaşını...
2 Mart 2010 Salı
arashi
[Arashi] My Secret Friend
kurtla kuzu arkadaş olur mu?neden olmasın?peki olursa ne olur?kurtlar bir kuzunun dostu olan kurdu yok etmeye karar verir.çünkü o düzeni bozmuştur.kuzular ise küçük kuzuyu dışlar,çünkü o herkes gibi bir kuzuyla değil ezeli düşmanı olması gereken bir kurtla arkadaşlık etmektedir.çok çok çok güzel bir çizgi film bu.şarkı da ne güzel uymuş.normal nedir diye sorası geliyor insanın.
kime göre?
nasıl beceriyorsam?
ben çok nadiren fondoten kullanan biriyim.özel günlerde falan sürerim.bugün birkaç yerde görüşmem vardı,yüzümü de çok renksiz gördüm hadi dedim biraz fondoten süreyim.makyaj yapayım moralim düzelsin.belki de paçoz gezinmekten moralsizim.sürdüm fondoteni,daha evden çıkmadan yakamdaki fondoten lekesi yüzünden gömleğimi değiştirdim.sonra tüm gün bursa kazan ben kepçe bilumum lüzumsuz mahallelerde gezindim.biraz önce iş yerine geldim ve aynaya bakma fırsatı buldum.beyaz gömleğimin yakası,gömleğimin göğüs hizası her yerim fondoten.bu nasıl olmuş olabilir sence?sürekli fondoten sürüp hiç biryere bulaştırmayan hatunlar ne yapıyor?
dün akşamda tırnaklarıma oje sürdüm.iki tanesi daha akşamdan bozuldu.
çok güzelim ve becerikliyim,çooook!!!
dün akşamda tırnaklarıma oje sürdüm.iki tanesi daha akşamdan bozuldu.
çok güzelim ve becerikliyim,çooook!!!
1 Mart 2010 Pazartesi
üstümü ört yeter
bugünlerde oğlumla sürekli sünger bob dergisini okuyoruz.daha doğrusu ben okuyorum o da ezberlediği yerleri tekrar ediyor.
dr.patrick'e sorun!
soru:bugünlerde kendimi küçük ve değersiz hissediyorum.ne yapabilirm?
yanıt:sürekli büyük harflerle konuş.
ben de öyle yapıyorum dr.patrick.oğlum dışında çevremde kim varsa bağırıyorum.özellikle eşime karşı çok tahammülsüzüm.
dr.kara kitap'a sorun!
soru:bir kadın en çok ne zaman üşür?
yanıt:sevildiğini ve değer verildiğini hissetmediği zaman.
ben de çok üşüyorum.öyle ki nezle oldum.insan ruhu üşüyünce de hasta oluyormuş.hem de en ağırından.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)