Susuz topraklarda biten çavdar başağı gibi kavruk, karaçalı kadar dayanıklı bir adamdı. Yazın parlak ışığında görünmez olup, kışın kurşuni renksizliğinde eriyen kara kuru varlığı, sadece yağmurlu havalarda göze çarpar, o zaman camekânlı el arabasını, sapsarı bir yağmurluk iterdi. Davudi bir sesi vardı. Bağırmasına gerek kalmazdı. İçine göçmüş göğüs kafesine sığan dar soluk, o sıska hançeresinden geçerken nasıl bir mucize yaratırsa, ılık yatağımdaki sabah tereddüdünü iki heceli titreşimiyle yenerdi: “Simit!” Çıplak ayaklarımla salonun penceresine koşar, belime kadar sarkıp, bazen “Bir!” diye bağırırdım, bazen “İki!” Uyku sersemi, üstüme bir şey geçireyim telaşından otomatiğe basmayı unuttuğum zamanlar, elinde mutlaka bir beyaz kâğıdın arasında tuttuğu simitler, apartmanın önünde, sabırla kapıyı açmamı beklerdi.İstanbul’un erkek tekir güzeli, mahallenin tek iğdiş edilmemiş katozu, kedim Baykuş nasıl öğrendiyse birisinin asansör kapısını açmasına sabretmeyi, simitçim de kabullenmişti beşinci kata asansörle simit taşımayı. Zaten kimi kez, biri akşamdan kalma, haytalık yorgunu, öteki yeni başlayan günün emektar ve kadim habercisi, birlikte gelirlerdi.Hiç kimselerinkine benzemezdi simitleri. Reklama ihtiyacı yoktu, ne “Taze!” diye överdi, ne “Sıcak!” derdi. Tüm mahalle bilirdi ki Boğazkesen’deki sonuncu zanaat fırınından alır. Nesli tükenmiş ustaların hamuruna azıcık tahin kattığı, günde iki kez çıkarıp iki saatte hepsini sattığı “çıtır” ların tek bayii, başka hiçbir simitçiye verilmeyen bir dağıtım imtiyazının sahibidir.
***Parkinson hastası olduğunu fark etmiştim. Ama sağlamdı. Onun kar kış, ayaz yağmur demeden mahalleyi harmanlamasına, tezgâhını yokuşlardan aşırmasına bakarken, “Türk gibi kuvvetli” deyişi gelirdi aklıma. Bir yabancı dostum, bu deyişin iri yarı adamlar için değil, tam tersine, cüssesinden umulmayacak kadar dayanıklı, “ölmez otu” çelimsizleri tarif ettiğini söylemişti, yıllar önce. Onun varlığında bu tarifi buluyordum. Geçen sonbahar bir ara kayboldu ortadan. Sabahları simit keyfine ara verdim. Sonra geri geldi. Elleri yine titriyordu, ama değişmemişti. Kaldığımız yerden sürdü muhabbetimiz. Mahalleli şimdi anlatıyor, “Neredeydin?” diyenlere elini “Boşver!” ya da “Sorma!” anlamında sallamış. Zaten konuşmazdı ki... Israr etmemiş kimse.Eyjafjöll’ün gazabından kurtulup İstanbul’a uçabildiğim ilk gecenin sabahı, kulağım kirişte, “Simit!” çağrısını bekledim. Gelmedi. Ertesi sabah da ses vermedi. Bir gün sonrası da. Oysa Türkiye’den ayrı kaldığım iki ayda, hiçbir şey, hatta konu değişmemiş, hep aynı sesler duyuluyordu: Babalar itişe kakışa Anayasa’yla oynarken, çocukların ciklet karşılığı ırzına geçilen “babayasa”, arsız, tatminsiz ve baskıcı erkek egemenliği olduğu gibi duruyor, zaten koyun gibi güdülen bir toplumda başbakanlık makamının “astığı astık kestiği kestik” tanıtımı da başta çocuk ve kadınların kurban edildiği mecazi bir mezbahayı çok iyi anlatıyordu. Bir ülkeyi diğerinden farklı, tüm zorluklara rağmen hayatı yaşanır kılan özgünlükleri yavaş yavaş, tek tek, ama durdurulmaz bir tempoda yok olan Türkiye’deki ilk sabahımda, “Simit!” sesine uyanmak, onca yitiğin arasında direnen bir güzellikti benim için. Kirasını “artık” ödeyemeyen her küçük esnafın yerine sirk kafesi gibi bir sosyete barı açılan mahalle için de.
***Duydum ki ansızın ölmüş. Bir gün son kez dolanmış mahalleyi, dağıtmış simitlerini, ertesi sabah uyanmamış. Hastalanmadan, sürüklenmeden, sürünmeden, tek vuruşta, sevgili kul, durumu.Meğer ne kadar sevilirmiş, herkes yasını tutuyor, sesini arıyor, yokluğunun farkında. Oysa adını bile bilmiyor, kimse. Sorunca öğrendim ki, “Çıtır!” diye çağırırlarmış, simitleriyle özdeşleşmiş, başka bir deyişle. Yeni bir simitçi geçiyor artık sabahları, mahalleden. O da kavruk, o da kara kuru, ama ne sesi onun sesi, ne simitleri Boğazkesen’den. Kaybolan her iyinin yerini alan kötü, her doğrunun yerine geçen yanlış gibi, dolduramayacağı bir boşlukta dolanıyor.
Zaten her gelen gidenin yerini tutsaydı, insanlık gömleği içinde bu kadar küçülür müydü dünya?
Mine G.Kırıkkanat
Yazıyı okuyunca Mecidiyeköy'deki simitçiyi anımsadım. O simitçi diye dolaşanlardan değildi, köşesinde, camekanda satardı simitleri. Gözleri yarı kapalı, yüzünde bir gülümseme, dersin ki adam yogi, meditasyon yapıyor. Tombul, bıyıklı, kısa boylu, güleç ve utangaçtı. O keşmekeşte (hiç sevmezdim Mecidiyeköy'ü) onu o naif duruşuyla görmek iyi gelirdi. Belki hala oradadır.
YanıtlaSil