28 Nisan 2011 Perşembe

sabaha karşı



e. ile sabah yürüyüşüne çıkmışız, halbuki biz genelde akşam iş çıkışı evimize giderken yürüyoruz. yine o tarz bir yürüyüş tempomuz var.yürüdüğümüz yer yeşillikler içinde bir alan. birden gözümüz gökyüzüne kayıyor. gündüz vakti iki muhteşem ve kocaman baykuş kocaman kanatlarını açmış uçuyorlar, sırtlarında da yolcu olarak yavru baykuşları var. arkadaşım birden çok mutlu oluyor ve parendeler atmaya başlıyor, sonra kendini hemen yanıbaşımızdaki çimenlik yardan aşağıya bırakıp yuvarlanmaya başlıyor. keyifle başladığı bu yuvarlanmada duramadığını farkendince birden panik oluyorum ve aşağıya doğru bir adım atıyorum. çimenlerin arası ıslak ve çamurlu, ayağım kayıyor, arkadaşım yuvarlanmaya devam ediyor ve birden bir erkek onu yakalayıp kolayca yukarı çıkarıyor. ikimizin de elinden tutup bizi düzlük yola çıkarıyor. arkadaşımla eve gidip işe gitmek için hazırlanmak üzere ayrılıyoruz.



ormanlık bir alanın kenarında müstakil bir evim var. dış demir kapının açık olduğunu görüyorum. aklımdan içeri tilki falan girer niye bu kapıyı açık bırakmışlar ki diye geçiriyorum. yukarı çıktığımda oğluşuma bakıyorum.annemle sarılmışlar, uykunun en tatlı yerindeler. sonra kendi odama gidiyorum. üzerimi değiştirirken ortalıkta uçuşan övez tarzı minik böcekleri yüzümden kovalıyorum, kulağıma kurbağa sesi geliyor kafamı kaldırıyorum, duvarla tavanın kesiştiği noktada minik yeşil bir kurbağa var. allah allah bu kurbağa da nerden gelmiş diye şaşırken yerle duvarın birleştiği yerden birden kırmızı bir yılan süzülüyor içeri. çığlıklar atarak anneme sesleniyorum.annem geliyor elimize sert bir terlik alıyoruz. yılan bir bukalemun gibi süründüğü cismin rendini alıyor. bize saldırmıyor, ama biz ısrarla onu öldürmek istiyoruz. terlikle kafasını ezmeye çalışıyoruz. yılan öldü ve ben uyandım. yine işe geç kaldım.

27 Nisan 2011 Çarşamba

çember

Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken
Kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle şarkılarla
Kendini avutacaksın
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın

Murathan Mungan


pino çizmiş, yonca yazmış, kara kitap'ta oturup kendinin içinde kafasının dışında olduğu çembere ağlamış.


bu çemberi pino'nun resmindeki kız gibi elindeki kalemle kendisi mi çiziyor, yoksa başkalarının çizmesine izin mi veriyor düşünmeye başlamış.

26 Nisan 2011 Salı

nükleer felaket

"... herşeyden çok sevdiğim insan, onu kendim doğurmuş olsam daha fazla sevemeyeceğim insan gözlerimin önünde bir canavara dönüşerek öldü. Lenf bezlerini aldıkları için dolaşımı bozulmuştu, burnu bir yana kaydı, üç misli büyüdü. Gözleri iki yana bakmaya başladı, içlerinde farklı bir ışık vardı. Daha önce görmediğim ifadeleri görüyordum. Artık burada değildi sanki yine de gözlerinde bakan birileri vardı. Sonra bir gözü tamamen kapandı.
Tek korktuğum şey kendi halini görmesiydi. Sonra benden el işaretleriyle aynayı istemeye başladı. Unutmuş gibi yapar mutfağa kaçardım. İki gün boyunca onu atlatmayı başardım. Üçüncü gün not defterine “Aynayı getir” yazıp sonuna üç ünlem işareti koydu. Fısıldamayı bile başaramadığı için kalemle anlaşıyorduk… Sonunda en küçük aynayı getirdim. Kendine baktı ardından kafasını yatağa vurmaya başladı. Onu avutmaya çalıştım…
… Sıradan bir kanser değildi bu Çernobil kanseriydi. Doktorların dediğine göre, tümörler vücudunda metastaz yapsaymış kısa sürede ölürmüş. Oysa yavaş yavaş vücudu boyunca, yukarıya yüzüne doğru ilerlemiş. Yüzünde siyah bir şey oluştu. Çenesi kayboldu, dili dışarı çıktı. Damarları dışarı çıktı, kanamaya başladılar. Boynundan, yanaklarından, kulaklarından, her yerinden… Soğuk su getirip onu ıslak bezlerle sarardım ama hiçbir faydası olmazdı…“
Valentina Timofeyevna PanaseviçÇernobil müdahale ekibindeki bir inşaat işçisinin karısı

Olaydan sonra Çernobil reaktörünün çevresinde yaşayanlar ilginç olaylara tanıklık ettiler. Tavukların ibikleri siyahtı, kırmızı değil. Süt ise hiç ekşimiyordu, kuruyup beyaz bir pudraya dönüşüyordu radyasyon yüzünden. Her yer radyasyon ünitesi gibi kokuyordu. İyodin kokusuydu bu. Görevliler, evlerin, binaların çatıları yıkadılar önce. Bütün tarlalar, bahçeler, ormanlar çalılar ve altındaki toprak, belli bir derinlikte kesilip bir halı gibi dürülüp kaldırılarak derin vadilere gömdüler. Bir hafta sonra gelip aynı kesip dürme işlemini tekrarlıyorlardı. Toprağı, toprağa gömüyorlardı. Talimatlar gereği bu işlemden önce yerin üç-dört metre altında satıh suyu olamaması gerekiyordu. Tabanı, çeperleri polietilen filmle kaplanması gerekiyordu. Bunlar talimatta yazanlardı, uygulama elbette ki farklı oldu.

Çevredeki insanlar ne olduğunu anlamıyorlardı. "Ne oldu çocuklar, dünyanın sonu mu geldi" diyorlardı. Hayvanları dışarı çıkarıp vurdular. Bunu yapmakla görevlendirilen biri "Atlar, onları vurmak için dışarı çıkarttığımızda ağlamaya başlarlardı" diye anlatıyor. Radyasyon alan insanlardaki ilk belirti, koku alma duyularını yitirmeleri oldu. Bitkindiler, öğrenciler dersin ortasında sıra üzerine yığılır ve bilinçlerini kaybederlerdi. Herkes mutsuz ve asık suratlıydı. Anneler günlük giydikleri giysileri hergün neden yıkamak zorunda olduklarını anlamamışlardı. Onlar için kir; mürekkep, çamur veya yağ lekesiydi, kısa ömürlü izotoplar değil. Bahçelerinde yetişen güzelim yiyecekleri, domatesleri, salatalıkları neden iki yıl boyunca yiyemeyeceklerini de anlamamışlardı. İnsanlar bazı şeylerini radyasyon ölçtürmek için getirirlerdi. Ama herşey limitlerin o kadar üstündeydi ki sonradan vazgeçtiler.

“... Nükleer Fizik Enstitüsü’yle, gönderdiğimiz toprak örneklerini test etsinler diye anlaşmıştık. Çim, siyah toprak örnekleri alıp Minsk’e gittiler. Analizler yaptılar. Ardından bana telefon ettiler: “Lütfen toprak numunelerini almak için bir araba gönderin.” “Şaka mı yapıyorsunuz? Minsk’e 400 km uzaktayız.” Ahize elimden düşecekti. “Toprağı buraya geri mi getireceğiz?” Yanıtları şöyle oldu: “Hayır şaka yapmıyoruz. Aslında bu numunelerin özel kaplar içinde beton ve metalden yapılma yeraltı kapları içine gömülmesi gerekir. Ama Belarus’un dört bir yanından numune yağıyor ve bir ay içinde bütün atık depomuz doldu.” Duyuyor musunuz? Aynı toprağı ekip biçiyorduk. Et ve süt planlarını yerine getirmemiz gerekiyordu. Buğday’dan votka yaptık. Elmalar, armutlar, vişneler meyve suyu olmaya gitti. Çocuklarımız o toprağın üzerinde oynadı…”
Vladimir Mateyeviç IvanovSlavgorad Parti Komitesi eski genel sekreteri

bugün çernobil felaketinin 25.yılı.hala etkileri silenmemiş bir felaket.

dün çernobil, bugün japonya böyle giderse yarın türkiye olacak. yazımda fotoğraf yok, fotoğraf koymaya içim elvermedi.

25 Nisan 2011 Pazartesi

öfke



sabah beşte uyandığımda hala öfke doluydum. hani eteğimdeki tüm taşları dökmüş, deli gibi çemkirmiştim kocama, kayınpederime, görümceme yine de sakinleşememiştim. söylediklerim, içimde tutup, söylemek isteyip söyleyemediklerimdi. öfkeyle konuşmuştum rüyamda,uyandığımda vücudumdaki adrenalin üst seviyelerdeydi ki tekrar uykuya dalamadım. su içmek için kalktığımda eşimi bilgisayarın başında buldum. saate baktım, saat 5’ti. hiç yatmamış. biraz kanıma karışmış hınç biraz da sabaha kadar oturan eşime duyduğum acıma duygusuyla uykum iyice kaçtı. yatakta bir sağa bir sola döndüm, uykulu bedenim uyumak istese de zihnim tekrar uykuya dalamadı.bedenim ve zihnim arasındaki bu çekişmeden yorgun düşen bedenim ne zaman uyuyakaldı bilmiyorum, ama tekrar uyandığımda işe geç kalmıştım. şu saat oldu hala üzerimdeki bu gerginliği atabilmiş değilim.

hava hala kapalı ve yağmurlu, havadaki negatif iyonlar mı beni bu kadar negatif kılan bilemiyorum. güneşe, çiçeğe hasret bir ilkbahar geçiriyorum. sanki hava düzelince hayatımdaki kara bulutlar da dağılacak da inadına hava düzelmiyor gibi. yaşadığım mahalleden, evden kurtuluş ümidim hiç kalmadı gibi. evin kapısından girerken daha sanki boğazıma bir el yapışıyor nefesimi daraltan. cumartesi, pazar bol bol gezdim.tek başıma arkadaşlarıma ev oturmasına gittim.cumartesi sabah psikoloğumla görüştüm. rahatlamam, sakinleşmem gerekirken daha öfkeli döndüm eve. sanki açık görüşten dönen mahkum gibi oluyor dönüşüm.dönüşüme tek sebepse bir yer cücesi. 32 yaşında karmakarışık bir hayatın ortasındayım. bu yaşımda herşeyin rayına oturmuş olması gerekmiyor muydu?iyi bir mahallede sıcak ve düzenli bir yuva hayal ediyorum.mümkünse eşimin de benim de ailemden uzakta olsun.eşimin ailesinin bu kadar içine dahil olmak hiç hoşuma gitmiyor.herkes yerinde sağolsun, ama uzak olsun istiyorum. allah’ım lütfen eşim antalya’da bir iş bulsun. gerçi ufak bir işyeri açıyor, bu iş bulma ümidini de yitirdim tamamen.



durumum hiç iyi değil. dün evden kendimi dışarı atıp bulvar boyunca yürürken kendimi “senin psikolojinin düzelme şansı yok kızım, at kendini şu arabanın önüne, kurtul içindeki bu saçma sapan acıdan” diye düşünürken buldum. iyi olacak diyip duruyorum kendime sürekli, ama iyi olması için çaba harcayan kimse yok.ben de dahil herkes günü kurtarmakla meşgul.peki yarın? nedir bu içimdeki yarın korkusu. sürekli şikayet edip duruyorum, ama güvenli ortamımı bırakıp risk almaya cesaret de edemiyorum. sihir var mı gerçekten? iyi bir kız olursam ormanda şirinleri görebilir miyim? ormana da gidemem, çünkü hala bahar gelmedi bu kente.leylaklar açmadı, at kestaneleri çiçeğe durmadı.

22 Nisan 2011 Cuma

içimdeki kuşlar

yüreğimin içindeki kanat çırpan kuşlar hiç susmasın istiyorum.



gülümseyemiyorum bir türlü, kuşların kanadında gözyaşı yığınları.



çığlık atmak istiyorum.bağır, bağır, bağırmak istiyorum.



kendimi kötü hissetmem normal değil mi?



cumartesi günü vapura binip karşıyaka'ya giderken denizi, martıları izledim. elimde mis kokulu kırmızı karanfiller.nihan'a demiştim, yakama kırmızı karanfil takarım, tanırsın beni. ama kokulu karanfil bulabileceğimi düşünmemiştim.şanslı günümdeydim galiba, ama endişeliydim de.hem tanıdığım hem de tanımadığım biriyle ya konuşacak birşey bulamazsam, ya beni sevmezse, ya hayalinde canlandırdığı kız değilsem ve hayal kırıklığına uğrarsa endişeleriyle doluyken ben, vapur karşıyaka'ya geldi. biraz erken gelince iş bankası kültür yayınlarında kitaplara şöyle bir bakayım dedim ve kardeşimle içeri daldık. ben kitaplara dalmış bakarken kapı açıldı ve evet nihan'dı gelen. tahmin etmiş orada olabileceğimi. öyle sıcak ve içten sarıldı ki şaşakaldım. uzun zamandır kimseye bu kadar içten sarılmamıştım. pek dokunan, sarılan biri değilim ben, küçükken pek sarılanım olmadığı için belki.ailem uzaktan severler, dokunmak bir alışkanlık değildir onlarda.ben bu sevmediğim alışkanlığımı oğlumla aşmaya çalışıyorum, her gün ona defalarca sarılıp öperek, ama hala arkadaşlarıma pek sarılamam. sıkı sıkı sarıldık nihan'la. yanılmamışım, hani çizip durduğu sarı uzun saçlı kızlar var ya onlara benziyor. karşıyaka vapur iskelesinden bostanlı'ya kadar yürüdük sohbet ederek. sonra çok güzel bir kafeye oturduk, şimdi ismini hatırlamadığım. kafede içtiğim kahve de yeşil çay da pek güzeldi, yanına nihan'ın güzel sohbeti eşlik ettiği için. zaman su gibi aktı geçti.sabah bulutlu olan hava maviye döndü ve güneş gülümseyen yüzünü gösterdi. keşke dedim daha çok vaktim olsaydı, sohbet bu kadar çabuk bitmeseydi. saat dört gibi ayrıldık nihan'la. kardeşimle ben doğru konak'a nuri iyem'in 100 farklı özel kolleksiyondan alınmış resimlerinin sergisi vardı.onu gezdik kardeşimle. son günüymüş serginin.evet dedim bugün şanslı günmdeyim gerçekten. sonra kemeraltı, fincanda pişmiş kahve, fal derken akşam 9'da döndük eve. babam pasta almış erken doğum günü kutlaması yaptık. pazar günü de izmir kitap fuarına gittim.gerçi oğluş sıkıldığı için pek gezemedik ama aytül akal ve mavisel yener imzalı bir şiir kitabı oldu oğlumun.dolu dolu yaşanan bu hafta sonundan sonra bursa'ya dönüş.



darmadağın bir ev, morali bozuk ve halen iş bulamamış bir koca. eşimin iş başvuruları meğer eski patronunun olumsuz referansı yüzünden olumsuz sonuçlanıyormuş.meğer eşim yönetilmesi zor bir adammış ve onu yıllarca idare etmişler.hayır ben bu referansa inanan adamı da anlamıyorum. hangi firma işine yaramayan adamı 12 yıl idare eder. insanlar ne iğrenç.




izmir'de hava bulutlu da olsa yaşadığım pırıl pırıl iki günden sonra döndüğüm çöplüğümde kendimi çikolata şelalesinin altına gömme isteği duymam normal değil mi?

21 Nisan 2011 Perşembe

günün şarkısı

bazı sabahlar zihnimde yankılanan bir şarkıyla uyanıyorum. bugün beni uyandıran ve sabahtan beri bozuk plak gibi beynimin kıvrımlarında çalan şarkı bu.


Sakin göllerin kuğusuyduk
Salınarak suyun yanağında
Yarılan ekmeğin buğusuyduk.
Gözüm yaşarıyor,
Yüreğim kanıyor,
Olmasaydı sonumuz böyle.

Biri saksımızı çiğneyip gitti
Biri duvarları yıktı
Camları kırdı
Fırtına gelip aramıza serildi
Biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri
Her şeyi kötüledi
Bizi yaraladı
Biri şarabımızı döktü
Soğanımızı çaldı
Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu
Ciğerim yanıyor, yüreğim kanıyor
Olmasaydı... olmasaydı sonumuz böyle”

Gözüm yaşarıyor
Yüreğim kanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle
Dağlarda çoban ateşiydik
Dolanarak mavzer yatağında
Ceylanın pınara inişiydik
Göğsüm daralıyor,
Yüreğim kanıyor,
Olmasaydı sonumuz böyle.

Birer yolcuyduk aynı ormanda kaybolmuş
Aynı çıtırtıyla uyanan birer serçe
Hep aynı yerde karşılaşırdık tesadüf bu
Birer tomurcuktuk hayatın kollarında
Birer çiğ damlasıydık
Bahar sabahında gül yaprağında
Dedim ya;
Hiç yoktan susturuldu şarkımız
Yüreğim kanıyor yüreğim kanıyor
Bitmeseydi...
bitmeseydi bizim öykümüz böyle”
Göğsüm daralıyor
Yüreğim kanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle.
Yusuf Hayaloğlu

19 Nisan 2011 Salı

niye acaba?

öğle yemeğinden sonra aşağıdakini yiyen ben



şimdi niye sütlü kadayıf siparişi vermiş olabilirim?


sebebini söyleyene ödül olarak yukardakinden ısmarlayacağım.

15 Nisan 2011 Cuma

abbas yolcu

ben birazdan izmir'e giden nilüfer otobüsüne biniyorum. siz de bu şarkıyı dinleyin. ben tüm gün dinledim de siz de mahrum kalmayın dedim. :))) ben niye bu kadar sevinçliyim acaba? a)yolculuk yapacağım için b)izmir'e gideceğim için c)kordonda bira içip midye yiyeceğim için d)izmir kitap fuarına gideceğim için e)annemleri göreceğim için f)pazara gidip bir sürü yeşillik alıp bursa'ya getireceğim için g)serseri mayın gibi amaçsızca kemeraltında gezineceğim için h)kızlarağası hanında fincanda pişmiş kahve içeceğim için ı)nihan'ı göreceğim için

14 Nisan 2011 Perşembe

güneş enerjisiyle çalışan garip ayıcık



sırtıma bir solar şarj regülatörü -güneş enerjisini depolayan aygıtmış- taktırmayı düşünüyorum.




böylece güneşsiz günlerde de çalışabilirim.




güneş yine nerelere kaybolduuuuuuuun!!!

13 Nisan 2011 Çarşamba

şarkını söylediğin zaman



şimdi biz neyiz biliyor musun

akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz

birbirine uzanamayan

boşlukta iki yalnız yıldız gibi

acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz

bir zaman sonra

batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca

kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız

ne kalacak bizden

bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim şu kırık dökük şiirim

sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında

ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden

bizden diyorum, ikimizden

ne kalacak?

Murathan Mungan




ne kaldı deniz'le cihan'ın aşkından geriye. siyah bir defterle, kırmızı bir defter.



siyah defterde cihan'ın yaşadıklarını, aşkını, kalp kırıklarını okuduğumuz, kırmızı defterle deniz'in çalkantılı iç dünyasına girdiğimiz. cihan'ın yumuşacık aşkı, deniz'in hayatta varolmaya ilişkin kendini yok eden tutkusu. bu iki genç insanın masmavi yaşanacak aşkını saran ateşten bir gömlek, bir ihtilal. ölen, işkence gören, bedeni, yüreği yaralanan yüzlerce genç insan. hırpalanan bir toplum.



ve ayşe...yıllardır beklediği aşkı hiç beklemediği bir anda bulan güzel sesli bir kadın. kendi şarkısını söylemekten korkmayan cesur bir kadın.



şarkını söylediğin zaman inci aral'ın okuduğum ilk kitabı, ama kesinlikle son olmayacak. anlatımını, içtenliğini, karakterlerini çok sevdim. belki daha genç yaşımda okusam böyle ısınamazdım diyerek bu kadar geç tanışmış olmamın verdiği sıkıntıyı hafifletmeye çalışıyorum. sırada ölü erkek kuşlar var. geçen yıl aldığım, ama okumaktan, okuyup da içinde kendimi bulmaktan korktuğum bir kitap.



evet şarkını söylediğin zaman dün bitti, artık sahnede murathan mungan ve şairin romanı var.

11 Nisan 2011 Pazartesi

arama oyununun galibi belli oldu!


Mehmet 6 arkadaşını eve çağırdı; çünkü yeni bir oyun keşfetti: “Arama oyunu”. Herkes gelince oyun başlayacak.Mehmet kuralları anlatıyor:” Başlama işaretini verdiğimde, hepiniz aramaya koyulacaksınız.Kronometreyi yarım saate ayarlayacağım; bu sürede kim bulursa, o kazanacak.”

Jülide, “Nerede arayacağız?” diye soruyor.

“Her yerde” diye yanıtlıyor Mehmet.

“Peki ama ne arayacağız?” diyor Ali.

“Doğru ya, ne arayacağız?” diye gülüşüyor diğerleri.

Sinirlenen Mehmet; “Oynamak istiyor musunuz, istemiyor musunuz? Arayın, işte o kadar!Aptal aptal sorularla kafamı şişirdiniz, oyun bu!” diye bağırıyor.

Mehmet tamamen aklını kaçırmış!Ne aradığımızı bilmeden nasıl birşey bulabiliriz ki? Bulduğu yeni oyun saçmalığın daniskası.

Evet! Yine de bu, insanların sık sık oynadığı bir oyun:Kendilerini neyin mutlu edeceğini bilmeden mutluluğu aramak.Herkes onu bulmak istiyor, bu normal. Ama bir şeyi bulabilmek için, ne bulmak istediğimizi bilmemiz gerekir.Yoksa, ona ulaşmak için tabi ki hiçbir şansımız olmaz.” çıtır çıtır felsefe serisi kitaplarından mutluluk ve mutsuzluk kitabının 11.sayfası.

bu kitabı oğlum için almadım.henüz anlamak için küçük, aslında kendime aldım. okumaya başından başlamadım. aklıma geldikçe rasgele bir sayfa açıp okuyorum. 11. sayfadaki bu anlatım da çok hoşuma gitti. o günden beri kendime ara ara soruyorum. “beni ne mutlu ediyor?”

oğlumun doğum günü için yaptığım pinyata,

güzel bir sümbül kokusu,

kumkuatım- bu arada kumkuatıma birşey oldu, tüm yaprakları dökülüyor. sanırım birşey yapraklarını yiyor :( -

sevdiğim bir yazarın yeni kitabı ise beni çok çok mutlu ediyor. murathan mungan’ın şairin romanı kitabını aldım. kitabım bugün geldi.nasıl heyecanlandım anlatamam. şarkını söylediğin zaman’ı bitirir bitirmez başlayacağım. şarkını söylediğin zaman da bu arada kaynasın istemem. gerçekten beğendim; akıcı, güzel bir kitap.hafta sonu pek okuyamadım, ama bir iki güne biter. ama murathan mungan, yeni bir roman yazmış, daha ne olsun. kitaptaki bilmeceyi çözmek için heyecanlanıyorum. kitabın şiirsel anlatımının akışına kapılmak için heyecanlanıyorum.biraz yatağımın başucunda dursun, alışayım. murathan mungan’ın kedisi pişo’nun anısına bir kedi ayraç yaptım.kitabı onunla okuyacağım. pek acemi işi oldu,ama sevdim ben bu işi.

burda ayşe arman’ın murathan munganla yaptığı söyleşi var. 30 nisan’da da bursa’ya imza gününe gelecekmiş. gidip kitabımı imzalatmak istiyorum.

8 Nisan 2011 Cuma

oyun nasıl gidiyor?

oyun nasıl gidiyor? herkes aramaya devam ediyor mu? sahi biz ne arıyoruz? bir doğum günü pinyatası. kendi güzel kokusuna bakıp kötü kokulu sarımsağı küçümsemeden saksısını yeşermeye başlamış sarımsaklarla paylaşan mis kokulu bir nergis.
verdiği 10 tane meyveden reçel yapılan minicik kumkuat ağacı.


sizce hangisi?


belki de başka birşey aradığımız...

7 Nisan 2011 Perşembe

oyun


hadi oyun oynayalım.


ayşe, fatoş, burcu, zeynep, elif, nihan, aslı, nurşen, vildan hepiniz toplanın.


hadi, aramaya başlıyoruz.


önce bulan kazanır. :))))

5 Nisan 2011 Salı

kir



Kirli eller daha temiz


Temiz elli kirli gönüllerden


Ne dersiniz?


Özdemir Asaf

4 Nisan 2011 Pazartesi

karşı pencere


mutluluk oyunu oynamak istiyorum evde. oğlumla oyun oynarken kikirdiyoruz.hani çok mutluymuşum gibi geliyor o an.onun yüzündeki gülümsemeyi, kıkırdamalarını duyunca, işte mutluluk bu, oğlunun yanında ve sağlıklı olması diyorum kendime. içimi buruk bir hüzün kaplıyor. bir yanım kırık dökük. her sevinç biraz eksik.


iş çıkışı eve yürüyerek geldim.ne kadar egsoz dumanı ve araba gürültülü bir yol olsa da yine de ağaçlar altında 1,5 saatlik bir yürüyüşle işten eve gelebiliyorum. hava pusluydu yine, yağmur yağar mı acaba diye düşündüm, ama nefes almaya ihtiyacım vardı.yağarsa da şemsiyem var en fazla ıslanırım dedim ve yürümeye başladım. yol boyunca aklımda tatlı birşeyler. pasta, kurabiye...işin kötüsü yolumun üstünde de bursa'nın en güzel pastaneleri. bak kızım dedim şu an bu un kurabiyesini isteyen bedenin değil, beynin. onu başka şeylerle meşgul et. sarıldım telefona, uzun zamandır konuşmadığım arkadaşlarımı aradım.


-birinin eşi gümrükçü, kendisi öğretmen, şu an silopi'de. iki küçük kızı var. mutlu geliyordu telefonda sesi. hiç şikayet etmedi silopi'de olmaktan.

- ankara'daki arkadaşımı aradım sonra, eşiyle birlike dışarı çıkmışlar bir kafede oturuyorlarmış. gelecek hafta evlilik yıldönümleri ,safranbolu'ya gideceklermiş, umarım hava düzelir dileği tuttuk birlikte, düzelsin ki orda bisiklete binebilsin.

- samsun'daki arkadaşımı aradım sonra, hamile olduğunu söylemişti bana aylar önce, o günden beri hiç arayamamanın suçluluğuyla merhaba dedim. sesi çok kötü geliyordu. ordu'daymış.ailesinin yanında. annesi rahatsızlanmış hastaneye kaldırmışlar, ama o yarın işe gitmesi gerektiği için annesini hastanede bırakıp samsun'a dönmek üzere yola çıkmış.ablası ve babası olsa da annesini bırakmış olmanın suçluluğu vardı sesinde. eşi askerde ve 5,5 aylık hamile.

içim burkuldu, neşelenmek, güzel haberler duymak için aradığım arkadaşımın sesi çok kötüydü.

- sonra izmir'deki arkadaşımı aradım. iki çocuğu var.çok yoğun çalışıyor. annesi de kayınvalidesi de izmir'de, ama artık hasta oldukları için çocuklarla ilgilenemiyorlarmış.bakıcı arıyor çocuklarına biri 8 diğeri 4 yaşında, ama 1.000 TL istiyorlar diyor. çok para, çooook... gönlüne göre birini bulamamış aylardır. hani çocuklarla ilgilensin biraz da evi toparlasın. insan olduğumu, kadın olduğumu tekrar birazcık hatırlayayım diyor. haklısın diyorum.


her evin dertleri var.her kadının üzerinde ağır yükler. hiçbirinin sesinde benim sesimdeki hüzün gölgesi gelmiyor kulağıma.


eve gelince sessizce köşeme oturup oğluş bilgisayarda oyun oynarken yen kitabımı okumaya başlıyorum. inci aral'ın son kitabı şarkını söylediğin zaman'ı aldım idefix'ten, ismime imzalı. 38. sayfaya kadar okuyorum. sonra bıdıkı bilgisayar oynama süresinin bittiğini söyleyerek uyarıyorum.bilgisayarı kapatıyor, elinde macera yolu oyunuyla bana gülümsüyor. başlıyoruz oyun oynamaya. bir tarfatan da sohbet ediyoruz. birden içimdeki bulutlar aralanıyor. aklımda bir düşünce ampulu yanıyor.


acaba arkadaşlarım akşam eve geldiklerinde kocalarıyla ne konuşuyor? çok merak ediyorum. biz hiçbir şey konuşmuyoruz. konuşacak birşeyimiz mi yok, yoksa anlatacak nefesimiz mi, bilmiyorum.


merak ediyorum. karı kocalar akşam evde ne konuşuyor? biz sadece söylememiz gereken birşey varsa ya da kavga halinde konuşuyoruz.


arkadaşlarımın hayatlarındaki sıkıntılara karşın yaşamdan bezmemiş olmalarını acaba bu sohbetler mi sağlıyor, yoksa ben mi çok dirençsizim bilmiyorum.


bugünlerde ne kadar zorlasam da yürek dolusu gülemiyorum. bir yanım hep buruk, bir yanım hep kırık.

burada yağmur yağıyor


ÖZLETİYOR SENİ BU YAĞMURLAR


Burada yağmur yağıyor

Aralıksız yağıyor günlerdir

Ama sen yine de şemsiyeni

Almadan gel ilk otobüsle

Buğulanan camlara usulca

Yüzünü çiziyorum ki yüzün

Bir yağmur damlası olup

Düşüyor yapraklarına gülün

Güller de bozamıyor bu uzun

Karanlık sessizliğini kentin

Anılarını yitiriyor sokaklar

Bezirgânlaşıyor bulvar ışıkları

Tarih de kekemeleşiyor bazen

Ki o zaman aşktır tek bilici

Aşksa yürümek gibi bir şey

Duyabilmek kuşların gelişini

Anısı bizsek eğer bu kentin

Unuttuğu türküler bizsek

Acıyı rehin bırakıp bir güle

Anımsatmalıyız bunları bir bir

Sonra yürümeliyiz seninle

Sokaklara caddelere çıkmalıyız

Belki bir aşktır bu kentin

Belleğini geri getirecek olan

Burada yağmur yağıyor ama sen

Şemsiyeni almadan gel yine de

Özletiyor bu çılgın sağanak seni

Sırılsıklam özletiyor biliyor musun


Ahmet Telli


10 gündür gökyüzü simsiyah.bu yağmurlar değil de güneşin doğuşuna izin vermeyen bu kapkara bulutlar bu şehirden soğuma sebebim.


sırılsıklam güneşi özlüyorum. güzel günleri özlüyorum. iyi haberler duyacağım günleri.