Bekir Coşkun
23 Mayıs 2010 Pazar, 10:32:46
MADEN işletmesinin ofislerindeki kafeslerde kanaryalar vardı.
Güneş doğmadan, ortalık ağarmaya başladığında hep bir ağızdan şarkılarını söylerlerdi.
Yemlerini veren maden ocağının başı kasklı işçilerini tanımışlardı. Onları görünce sevinç çığlıkları ata ata kafeslerin içindeki dallardan öbürüne atlayıp dururlardı.
Onlar için işletmenin bütçesine “ödenek” bile koymuşlardı.
Belli ki kendilerini besleyen ve seven insanlarla birlikte olmaktan
çok mutluydular.
Maden ocağına inen işçiler birer kafes alıp yanlarında götürüyorlardı. Karanlık derinliğe indikçe kanaryalar susuyor, ama bu küçük gezintiden belki de hoşnutlardı.
Kasklı işçileri görünce sevinip kanat çırpmaları belki de bundandı...
Oysa...
Oysa bu hüzünlü bir hikâyeydi...
O zamanlar zehirli gaz ölçme aletleri henüz bize ulaşmamıştı ve aygıtlar pahalıydı. Çaresiz madenciler, kafeslerdeki kanaryalarla madene iniyorlar, öldürücü gaz önce dünyanın en zarif ve duyarlı canlıları kanaryaları öldüreceği için küçük kuşlar bir türlü “alarm” görevi görüyordu. Kimi zaman yerin karanlık dibindeki kanaryanın boynu bükülüyor, o sessizce can verirken, madenciler bunu görünce ocaktan kaçıp kurtuluyorlardı.
(Tıpkı şimdi işçilerin ölerek, sermayenin yaşamasını sağlamaları gibi.)
Bir küçük kuş ölüyor, ama madenciler yaşıyorlardı...
Maden ocaklarındaki kanaryaların hüzünlü öyküleri; aslında birbirine bağlı, birbirinin ucunda, birbirinden asla ayrılmayan bir “yaşam ortaklığını” ya da “yaşam sıralamasını” anlatır bize...
Bir yaşam bittiğinde, öbürünün de biteceğini...
Ormanlar, ırmaklar, denizler, sincaplar, yunuslar, yemek artığı
bekleyen kedi, kovulmasını istediğiniz yandaki arsada yaşayan anne köpek, balkonu kirlettiği için kovduğunuz o kuşlar...
Tümü...
Tümü yaşamaya çalıştığımız atmanın “kafesteki kanaryaları”dır...
Onlar öldüğünde...
Biz yaşayamayız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder