25 Aralık 2012 Salı

hep aynı nakarat

kokinalarımı da aldım masama üç adet şebboy da koydum, hatta kendime kırmızı iç çamaşırı bile aldım. dedim ki 21 aralık geçsin bir hele diye bekliyorum herhalde. o da geçti. eee yeni yıl ruhu neredesin sen? niye 2013'e dair bir heyecan duymuyorum. yine bir bok olmayacağını bildiğimden olabilir mi? daha bir olumluyum ama bu günlerde. mutsuzluklarım, umutsuzluklarım uzun sürmüyor. olduysa oldu, salla gitsin modundayım. ama dünya, ülkem, ülkemin zavallı insanları zaman geçtikçe daha kötü bir hal almaya başladı sanki, cıngılbels işleri de anlamını yitirdi galiba.

21 Aralık 2012 Cuma

hayalkeş

çok yoğun zamanlar geçiriyorum. hem duygusal olarak hem de işyerinde. böyle olunca da hayli meşgulüm, yeni yıl ruhu bile uğramadı henüz, uğrayacak gibi de durmuyor. her gün aklımdan geçen insanlar var, telefonla arayıp merhaba diyeyim diye düşündüğüm, arayamıyorum, çünkü gün içinde zaman bulamıyorum akşam da evde yorgunluktan ruh gibi geziyorum. bir haftadır elimde süründürdüğüm işi sonunda bitirdim. Kendi kendime termin verince araya benim dışımda gelişen görüşmeler girince 1 saatlik bir gecikme de olsa sonunda bitirdim. İç disiplin diye bir şey var değil mi? J Ben de pek olmasa da… Ama tembellik de bir hak bence, şimdi ben İzmir’de bol bol tembellik yapacağım mesela. Sabah kalktığımda annem kahvaltıyı hazırlamış olacak, krep bile yapar bana. Babam çayı demlemiş olur, annemin kendi elleriyle yaptığı yeşil zeytin, buralarda bulamadığım güzel bergama tulum peyniri, yine Bursa’da hiçbir zaman o kadar lezzetlisini yemediğim kışın bile güzel kokan mis kokulu domateslerle uzun uzun keyifli bir kahvaltı yapacağız. Havadan sudan konuşacağız yine, havaların ne kadar soğuk olduğundan, hastalıklardan, akrabalardan falan konuşacağız. Babam her zamanki gibi senin yükselme sınavı ne zaman diye soracak, annem ağrıyan yerlerini anlatacak, annem mutfağa bir şey almaya gittiğinde babam oturduğu yerden ona talimatlar verecek, annem beni kumanda etme diye bağıracak. Ben hep böyleler miydi, yoksa yaşlandıkça mı böyle didişmeleri arttı diye geçmişi düşüneceğim. Geçmişte onları pek bir arada bulamayacağım. Babam hep işte, annem evde telaşta olacak. Evin içinden okula gitmek dışında neredeyse  hiç çıkmadığım çocukluk, ilk ergenlik günlerimi düşüneceğim. Mutlu aile tabloları getiremeyeceğim gözümün önüne.  15-16 yaşlarında aslında boşansalar daha mutlu birer insan olacaklarını düşündüğümü; annemin babama, babamın da anneme hiçbir zaman sevgi göstermediğini hatırlayacağım. Belki de gösteriyorlardı da ben onun sevgi göstermek olduğunu bilmiyordum. Didişmenin, kavga etmenin bir sevgi göstergesi olduğunu düşündüm belki de! O zamanlar ne düşündüğümü tam olarak hatırlamıyorum aslında, zihnim bazı dönemlere ilişkin hayli bulanık. Geçmişe dair sahneler gelsin hatırıma diye zorlayacağım kendimi. Annemin ve babamın bana da hiç sarılmadığını, öpmediğini, başarılarımı takdir etmediklerini düşüneceğim sonra. Hep daha iyisini istediklerini. Annemin sürekli eleştirel ve şikayetle hayata yaklaştığını düşünüp, genç kızlık döneminde eleştirdiğim bu yanını giderek daha fazla almaya başladığımı göreceğim. Ne kadar beğenmesek ve eleştirsek de yaşı ilerledikçe her kadın annesine, her erkek de babasına benzer giderek diye bir yerlerde okuduğum bir cümleyi hatırlayacağım. Tüm bunları ağzıma attığım bir lokma peyniri yerken düşünüp sonrasında annemin hava bu kadar kötü olmasaydı balkonda yapardık kahvaltıyı, manzaraya karşı yudumlardık çayımızı diyen sesiyle masaya geri geleceğim. Evet diyerek şikayete ben de ortak olacağım, anın tadını birden unutarak. Yağmurlu ve soğuk hava nedeniyle dışarı da çıkamayınca iki koca günü annemlerin bir o kanepesinde bir bu kanepesinde uzanarak geçireceğim. Yine sadece havadan sudan konuşacağız ya da hiç konuşmadan televizyona bakacağız. Onlar dizilerini seyredecekler, ben televizyon ekranına bakarken ben neden ailemle hiçbir şey paylaşamıyorum diye düşünüp kendimi kötü hissedeceğim. Paylaşacak gerçekten bir şeyim mi yok yoksa var olanları küçümseyip önemsiz mi görüyorum? Belki de daha önceki birkaç denemem de yanlış anlaşıldığım için vazgeçmiş olabilirim kim bilir…

20 Aralık 2012 Perşembe

düşlemek

yekta kopan'ı çok severim. sesini, hayata baktığı pencereyi, yaşamdaki duruşunu çok beğendiğim ve örnek aldığım bir insan. blogu fil uçuşu'nu da çok seviyorum. emma peel'la da onun sayesinde tanıştım ve blogunda paylaştığı diyaloglara bayılıyorum. bugün blogundaki diyalogu buraya eklemeden edemedim. emma peel, seni hiç izlemedim ama seviyorum.

Karşıdaki Adam: Düşüncelisin...


Emma Peel: Belki.

Karşıdaki Adam: Belki mi? Sesin bile titriyor.

Emma Peel: Bir yıl daha bitiyor... Belki de onun getirdiği hüzündür.

Karşıdaki Adam: Buna inanmamı beklemiyorsun değil mi? Sen öyle yılların geçişine üzülecek melankoliklerden değilsin.

Emma Peel: Geçip giden yıllara değil, o yıllarda hayatımızdan geçip giden insanlara üzülüyorum galiba.

Karşıdaki Adam: Yani... ne diyebilirim ki?

Emma Peel: Artık sadece düşlüyorum... Bütün o an'ları, o insanları... Robert Desnos'un sözlerine sığınıyorum her yılın sonunda olduğu gibi... "Öyle çok düşledim ki seni, artık yitirmektesin gerçekliğini."

17 Aralık 2012 Pazartesi

soluksoluğa

Uzun, karanlık bir çığlığın da ardına düşebilir insan,


Titrek, eğri büğrü bir yazının çağrısına da uyar.

Bırakıp her şeyi döner -

Aşk bir buluşmadır çünkü,

Her zaman gecikmiş bir buluşma.



Bitmeyen bir kavuşmadır da aşk -

Araya her zaman bir şeyler girer:

Bazen kendi sevincinin kanat gölgesi,

Bazen nabzın hızı, yüreğin titreyişi,

Tüylerin telaşıyla besleniyor gibidir -

Araya her zaman bir şeyler girer:

Çalışma saatleri, karşılıksız sorular.

Nereden bilebilir insan

Bunların hepsinin de aşk olabileceğini?



Çoğu kez aldatıcıdır da,

Bakarsın, herkes onun askeri, onun şehidi.

Oysa aşk hiçbir zaman bir yarış değildir ki.

Bu yüzden yanılır hep

Sayın muhbir vatandaş, köftehor okur, arsız yetkili.

Sararmış bir fotoğraf olarak da çıkabilir karşına,

Borulu bir fonoğraf kılığıyla da.

Bakarsın, ona da dadanmış

Gündelik hayatın sosyolojisi.



Yeniden duyulur bazen o uzun ve karanlık çığlık.

Çağıran o titrek yazı yeniden belirir -

Çünkü aşk en eski köprüsüdür Balkanların, en eski.

Cevat Çapan

14 Aralık 2012 Cuma

med cezir

uzun zamandır hissetmediğim şeyler yaşıyorum bugünlerde, belki de hiç hissetmediğim şeyler. hissederek yaşıyorum. korkutuyor, hırpalıyor beni hissetmek. içimde tanımadığım bir kadınla karşılaşıyorum. zaman zaman ürkütüyor beni, bir o kadar narin ve hassas bir o kadar da güçlü kendisi. bu gelgitler arasında iştahım da derin bir uçurum gibi uçsuz bucaksız. kendimi kontrol etmeye çalışıyorum, ama pek de başaramıyorum. sorunlarım var, dünyayla değil kendimle ilgili; hep planlar yapıp, kararlar alıp uygulayamamakla ilgili, kendime saygı duymamak, kendimi sevmemek, kendimi kıyasıya eleştirmek gibi. neden diyorum kendime, kim mükemmel ki? kusurlu ama güzel bir insanım ben.sevmeyi ve sevilmeyi hakeden, akıllı bir kadınım. kendimi seversem başkalarının sevgisine ihtiyaç duymaktan vazgeçersem huzuru bulacağım biliyorum. sevmek insanı özgürleştirirse gerçek sevgidir. beni sevdiğini söyleyenler hep esir almak istediler, ben sevdiklerimi hep esir almak istedim. bana bağlı, bağımlı olsunlar istedim ve hep üzüldüm. çünkü bu tarz bir sevgi çoğaltmıyor, eksiltiyor. bir kurt gibi kemiriyor içini. sevdiklerini özgür bırakmalı insan, kendilerini bulabilmeleri için. sevdiğin insanın gözlerine baktığında kendini görebilmelisin, ayna olmalı içine. sen olmana izin vermeli, sen de böylece kim olduğunu anlayabilmelisin. sevmeyi, sahip olmakla karıştırıyoruz ve yaşanabilecek güzel şeyleri es geçip nefes almaya devam ediyoruz şu hayatta.