6 Aralık 2011 Salı

kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına




otobüs durağında beklerken gözüm takılıyor ona, rüzgarın önünde salınarak uzaklaşıyor doğup büyüdüğü ağaçtan. ilk tomurcuk hali, yaşamının en parlak, en yeşil, en yaşam sevinci veren kokulu hali o ağacın, o dalında. şimdiyse artık yeşilden turuncuya, turuncudan mora ve sarıya çalan bir renkte, artık ilk gençliğinin o delişmen kokusu yok üzerinde, burnuma gelen yaşanmışlığın o oturmuş kokusunu bırakarak ardında kendini bırakıyor rüzgara. yeni yerler görmek, yeni bir toprağa ayak basıp, hayatının yeni evresine başka bir yerde başlamak için bırakıyor kendini rüzgarın kollarına. bir yaprak olsaydım, sararıp solduğumda ağacımın dibine düşmek, ömrümün sonunu doğup büyüdüğüm ağacın dibinde geçirmek istemezdim, kendimi bırakırdım rüzgara diye düşünüyorum. dalından düşmek için lodos bekleyen yaprakları takdir ediyorum. lodos kuvvetli bir rüzgardır, sıcak, güçlü, ama boğucu…aldığını uzak diyarlara götürür.
geçen hafta ani bir kararla iki gün izin alıp antalya’ya beni götüren de içimde esen böyle bir lodostu. eşim iş için antalya’daydı, pazartesi sabahı bir arkadaşımın da perşembe günü antalya’ya gideceğini öğrenince birden ben de gitmek istiyorum dedim ve salı sabahı once işyerimden izin aldım, öğlene kadar feribot ve uçak biletimi almış, kalacağım otelde yerimi ayırtmıştım. kayınvalidemlere ve oğluma iş için istanbul’a gidiyorum dedim. perşembe akşamı saat altıda antalya’daydım. otel odasında kendime inanmayarak oturdum öylece. sonra üstümü değiştirip şehri keşfe çıktım. hava karardığı için nerede olduğumu pek anlamasam da yaklaşık iki saat boyunca antalya sokaklarında yüzümde koca bir gülümsemeyle kah kimseninin görmediği yerlerde gövdelerine sarılıp yapraklarını sevdiğim turunç ağaçlarına kah tanıdığım ama gece karanlığında ne olduğunu kestiremediğim yapraklarını dökmemiş ertesi sabah benjamin olduğunu anladığım ağaçlara bakarak yürüdüm. açlıktan midemin kazınmaya başlamasıyla önüme gelen ilk yere oturup birşeyler yedim. restaurantta beni sürekli elektrikli ısıtıcının altına oturtmaya çalıştılar,ama ben üzerimde sadece bir hırka olmasına rağmen üşümüyordum ve aralık ayının ilk günü, sokakta bir masada oturup etrafımı izleyerek yemeğimi yedim. eşimin işi geç bittiği için beni saat 11’de almaya geldi ve jolly joker diye bir bara götürdü. uzun zamandır canlı müzik dinlemek istiyorum diye başının etini yiyip duruyordum, al sana canlı müzik dedi. türkçe ve ingilizce rock şarkılar söyleyen çok eğlenceli bir grup çalıyordu. ben mandarinli absolute söyledim ve tadına bayıldım. grup mu çok iyiydi, ben uzun zamandır istediğim bir şeyi yaşıyor olmaktan çok mu mutluydum bilmiyorum, ama çooook eğlendim. eşim yorgun olduğu için 12.30 gibi kalkmak zorunda kaldık, ama o kısacık zaman bile bana yetti. beni otelime bıraktıktan sonra o da oteline gitti ve ikimiz aynı şehirde ayrı otellerde 2.30 gibi uykuya daldık.


ertesi sabah ağzımın suları akarak blogunda antalya fotoğraflarını seyrettiğim leylak dalı’yla saat 10’da buluşmak üzere sözleşmemize rağmen erkenden kalktım, perdeleri açtım, denizin mavisinin göğün mavisine karıştığı muhteşem bir sabaha uyandığımı hemen anladım. uzun süre gözümü ayırmadan denizi seyrettim ve dilek diledim. güneşle yıkanmak istiyordum, gözüm, gönlüm yeşile, maviye doysun, güzel bir sohbet eşliğinde deniz kenarındaki çay bahçelerinde kahve içeyim, çay içeyim miskin miskin denize bakayım istiyordum. giyindim, süslendim, leylak dalı kara kitabın aslında kara bir ruhu olmadığını görsün diye makyajımı yaptım, yüzümü renklendirdim. leylak dalı’yla buluştuk ve sanki benim ne istediğimi biliyormuş gibi başladık yürümeye, muhteşem bir gün geçirdik birlikte. öyle çok yürüdük ki, 86 kiloluk bedenimi taşımaktan ayaklarım helak oldu. ruhum yeşile, maviye, sohbete doydu. tüm kıyı şeridini, parklardaki heykellerin hepsini gezdirdi bana rehberim. aynı zamanda çok da güzel fotoğraflarımı çekti.gezmemizi güneşin batışını seyretmek için atatürk parkı içindeki nar bistro’da tamamladık. keyifli, şık bir mekandı. günü tamamlayıp evli evine köylü köyüne evi olmayan oteline diyip ayrılırken nar’da akşam canlı müzik olduğunu gördüm. otelime gidip saat 8’e kadar dinlendim, gitsem mi gitmesem mi, tek başıma eğlenebilir miyim diye düşünüp dururken yalnız değilim ki dedim. ben, keyfim ve kahyası üçümüz hazırlandık ve nar’da aldık soluğu.


o gün ve ertesi gün akşam buziki, yan flüt, saksafon ve gitar eşliğinde çok sevdiğim leona’nın narince-chardonnay şarabıyla birlikte bülent ortaçgil, yeni türkü, fikret kızılok şarkılarıyla ruhumu yıkadım müzikle.


bursa’nın rüzgarı lodostur, sıcak ve boğucu. antalya’nınsa poyrazı var, izmir gibi. üşüten, ama insanı kendine getiren, kulaklarını dondururken yaşadığını hissettirip dirilten. bu küçük gezi de bana tekrar yaşadığımı hissettirdi. yaşamak ne güzel şey! dünya ne güzel bir yer diyerek döndüm çok özlediğim oğlumun kollarına, kalbimi antalya’ya bırakıp. sözleştik kale içiyle mayıs’ta bu kez oğlumu da alıp gideceğim, tam turunçlar çiçek açtığında şehrin kokusuyla kendimden geçeceğim.

5 yorum:

  1. ruhun kara değil, çok güzel. turunçlar koksun hep burnuna...

    YanıtlaSil
  2. Yine geeel, rehberin bekler seni:))

    YanıtlaSil
  3. Kara Kitap... Kitabı aralamışsın sen! Ne güzel:))

    YanıtlaSil
  4. iyi yapmışsın canım...ne güzel anlatmışsın bir de..:))

    YanıtlaSil
  5. canım okurken o kadar mutlu oldum ki :) hem senin adına hem mutluluğunu hissettim ya çok sevindim :)) ah dedim bir gün ben de olayım sizlerle oralarda sevgiler tatlım :)

    YanıtlaSil