nihan bana 2012 yılında gerçekleşmesini istediğim 12 dileği sormuş. ben çok fazla dileği olan biriyim. o yüzden 12 ile sınırlayamayabilirim. öncelikle genel,ama beni de etkileyeceği için evrensel olan dileklerim.
- dünyada her ekonomik kriz dönemi ardından büyük savaşları getirmiş maalesef. o yüzden ingiltere ve fransa'nın ekonomik sıkıntılarıyla ilgili gazete haberlerini okudukça kulaklarımda çalan savaş çanlarını duymak beni çok korkutuyor. bu ekonomik sıkıntıların bir an önce barışçılar bir ortamda çözüme ulaşmasını ve artık ortadoğu ve arap ülkelerine huzur gelmesini diliyorum.
- ülke liderlerine sihirli bir değnekle bir perinin el atmasını ve dünyada sınır, dil, din, ırk ayrımı, öteki, beriki,sizden, bizden diye bir şey kalmamasını diliyorum.
- gelir dağılımının eşit olmasını, insanların özellikle de çocukların en doğal fizyolojik gereksinimleri olan yiyecek, su, barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını diliyorum.
- psikolojik olarak sorunlu olan suçluların, kadına şiddet uygulayan erkek, çocuk istismarcısı vb. , hapse atılıp 1-2 yıl sonra çıkması yerine daha uygun cezalarla cezalandırılıp, psiklojik olarak tedavi edilmelerini diliyorum.
- tüm dünyada sanatın tüm dallarına daha çok değer verilip, tüm gelir grubundaki insanlar için kolay ulaşılabilir hale getirilmesini, bu sayede daha sağlıklı nesiller yetişmesini diliyorum.
- tüm insanlarda yüksek bir doğa bilinci gelişmesini, tek bir yaprağın bile dünya üzerindeki varlığımız için ne kadar önemli olduğu bilincinin özellikle çocuklara verilmesini diliyorum.
- son iki dileğimi gerçekleştirecek en kolay yolun tv olduğunu düşündüğüm için tv'lerde çocuklar için kaliteli programlar, misal susam sukağı, ve çizgi filmler yapılmasını, cartoon network'un acilen kapatılmasını ya da bakugan'ı artık anlayabilmeyi diliyorum.
- hayatın hızlı yaşanıp gitmemesi ve zamanın daha yavaş akmasını diliyorum.
aşağıda da şahsi dileklerim var. pinocuğumun dilek listesinin siyah-beyaz çıktısını alıp, siyah-beyaz tarayınca güzelim liste bu hale geldi. bir de bu liste bana yetmedi be pinocum. neyse yeter bu kadar dilek. evreni hep kendimizle meşgul etmeyelim değil mi? :))
her kim bu yazıyı okur ve dileklerini yazmazsa 2012 yılında onu keçiler kovalasın.
28 Aralık 2011 Çarşamba
27 Aralık 2011 Salı
güneş
öfff çekil başımdan diyorum güneş, biraz daha uyumak istiyorum diyerek yorganı başıma çektim. gözüme gözüme girmese olmaz sanki. izin verseydin de biraz daha uyusaydım. sürünerek kalktım yataktan, yine sabah oldu, yine işe geç kaldım, yine saçmasapan bir gün başlıyor diyerek, çalmayan telefon alarmına pis bir bakış fırlattım. dışarısı buz gibi galiba, yataktan çıkınca üşüdüm, sırtıma yeleğimi aldım. ancak gözüme girip beni uyandırmaya yararsın biraz da havayı ısıtsana diye güneşe saydırmaya devam ettim. ayaklarım beni hemen banyoya götürdü, yüzümü yıkarken dondum, keşke biraz suyu akıtıp ısıtsaydım sonra yüzümü yıkasaydım diye kendime kızdım. aynadaki aksimi görünce birden kendimden korktum, sanki biri gelmiş gece sabaha kadar saçlarımı karmakarış hale getirmek için özel olarak uğraşmış. kuaförlerdeki o beceriksiz çıraklardan biri tiftik tiftik yolmuş gibiydi saçlarımı. hızlı hareketlerle taradım ve orasına burasını tokalarla tutturarak mümkün olduğunca ehlilleştirmeye çalıştım. olmadı, tutmadı tokalar, düzelmedi saçım. ben tokayla hapsetmeye çalıştıkça başkaldırdı saçlarım. içimden bir ses, al makası tut, kes kes at dedi. kahvaltıya zaten vakit yok,hemen giyinip çıkmalıyım. siyah eteğimi giydim fermuarı kapanmadı, hemen çıkarıp dün giydiğim eteği geçirdim üzerime. bugünlerde yine aburcuburu abarttım kesin 5 kilo aldım. çorabımı giyerken kaçırdım. yeni bir çorap bulup giyinip paldır küldür çıktım evden. hay allah’ım ya bu giden benim otobüsüm, ş…siz şöför görüyorsun işte koştuğumu iki dakka beklesene be adam.koşarken de ayakkabımın topuğu kırıldı iyi mi? bir sonraki otobüs 20 dk sonra, beklersem işe iyice geç kalırım. en iyisi taksi çağırayım. inanamıyorum ya, telefonun alarmı tabi çalmaz çünkü şarjı bitmiş, bu demek oluyor ki taksi de çağıramayacağım, işyerini arayıp ben geciktim de diyemeyeceğim. hazır telefonum da yokken kayıplara mı karışsam. bugüne hiç başlamamış olsaydım. keşke hayatı başa alıp yaşama şansım olsaydı.
A Y N A
A N Y A
güneş uyandırdı bugün beni, sıcacık eliyle yanağıma dokundu ve buz gibi havada içimi ısıttı. kedi gibi gerindim ve gülümsedim güneşe. günaydın dedim, perdenin arasından kendine yol bulup odama dalan ışık hüzmelerine. pencereden dışarı baktım, karların üzerinde parıldayan güneşi selamladım. bu soğuk havada dışarda olan insanları düşündüm, yüreğim sızladı, sıcak bir evim olduğu için şükrederek banyoya gittim. buz gibi suyla yüzümü yıkayınca kendime geldim, alarmım çalmadığı için otobüsle işe gidersem çok geç kalacağımı düşünüp, bugün biraz müsriflik yapıp taksiyle işe gitmeye karar verdim. ara sıra insane kendini şımartmalı. nasılsa daha vaktim var diyerek karmakarışık saçlarımı suyla ehlilleştirmek için duşa girdim. meğer onların da tüm istediği suymuş, ıslıkla şarkı çalarak sıcak suyla iliklerime kadar ısındım. banyodan çıkıp bugün ne giysem diye düşünürken elim dolaptaki pantalona gitti, sevmiyorum zaten etek giymeyi, bu soğukta etekle de üşürüm zaten. hem etekle botlarımı giyemem, bugün canım topuklu ayakkabı giymek istemiyor. botlarımı giyersem öğle tatilinde yürüyüşe de gidebilirim. evet evet pantalon iyi seçim. evden çıkmadan kendime güzel bir tost yaptım, cep telefonumun şarjı bitmiş, şarj cihazımı da çantama attım, ev telefonundan taksiyi çağırdım, tostumu alıp,işyerinde çayımla gazeteleri okurken tostumu yedim. günün güzel olacağı sabah odama konuk olan güneşten belliydi.
21 Aralık 2011 Çarşamba
mesela!!!
sabah sabah geldim yine bu lanet olası işyerine. minnacık hayatların kendini pek orijinal sanan insanları, pek zekice sandıkları konuşmalarıyla iyice sündürüyorlar günü. birden kalkıp "baltalı ilah" tarzında saldırasım var üstlerine. telefonun ahizesini ısırıp, dosyaları kolumla masadan şööylemesine sıyırıp çıkıp masanın üstüne şakkıdı şukkudu oynamak geliyor içimden. şimdi şuracıkta aniden ve büsbütün delirip olayı toptan koparasım var.
nasıl da normal bir kişiymiş numarası yapıyorum. ben aslında işlerden değil de bu "normal" insan kılığında dolaşma mecburiyetinden ötürü yoruluyorum.
karar verdim, bugün ben bütün sorulara "mavi" diye cevap vereceğim:
-bu etek nasıl durmuş sence?
-mavi!
-müdür bana bu sabah günaydın dedi, sence neden?
-mavi!
-hayırdır, neyin var?
-mavi!
tıpkı cenab şehabeddin'in oğlu gibi. hayatı boyunca sadece sigara içip ne sorulsa "fasulye" demiş adam, başka da bir şey dememiş. herhalde "ben size bulaşmıyorum siz de bana bulaşmayın" manasında. sonra hastanede serum takmaya kalkmışlar koluna, daha çok yaşasın diye. ilk kez o zaman konuşmuş:
"ben bir daha bu hayatı yaşayacaksam yaşamk istemiyorum!"
"fasulye"den anlamayanlar için bazen ayrıca açıklama yapmak gerekebiliyor tabii...
esasında benim bugün faturaları değişik modellerde kağıt uçak yapasım var. doğalgaz faturasından savaş uçağı, su faturasından boing 721. kayınvalidemlerin kapısının önünden geçerken "sen kimseyi sevemezsiiiin, sevmeyeceksiiin" şarkısını söylemek istiyorum. otobüste görüp yaşamını merak ettiğim kadını takip edip nerede ve nasıl yaşadığını öğrenmek, birden kapısını çalıp, bugün akşam yemekte ne var demek, yemekten sonra çaylarımızı yudumlarken artık patateslerin de eski tadı kalmadı diye sohbet etmek, aynı saç rengi ve aynı makyajlı, aynı ifadeli genç kızların niye birbirlerine benzemeye çalıştıklarını yolda onları durdurup sormak ve komik göründüğünüzün farkında mısınız diye haykırmak istiyorum. dolmuşta, otobüste, önümde oturan kadının parlak, canlı ve sağlıklı saçlarına hasetle dokunmak ve hatta saçını çekmek istiyorum. işimin tam ortasında çok sıkıldım diyip hop diye masamdan kalkıp 10-15 kez ip atlayasım var.
bugün benim, oğlumun aklına tuhaf fikirler sokasım var. iyi bir çocuk olursan gerçekten ormanda şirinleri görebilirsin. televizyonun içinde gerçekten küçük adamlar var. diş perisi, noel baba, iyilik perisi, cüceler hepsi gerçekten var. senin annen bir melek yavrum diyesim var.
ne sanıyorum ki! sonunda biri gelecek "çok tebrik ediyoruz sizi! bugüne kadar canınızın istediklerini değil, yapmanız gerekenleri yaptınız. bu sebepten sizi şimdi ödüllendiriyor ve harcanmış zamanlarınızı geri veriyoruz!" mu diyecek?
tam şu anda, ben tam da canımın istediği hayata başlasam. masamdaki dosyaları elime alıp para saçarmış gibi etrafa saçsam, bir dosyayı sormaya gelen müdürümün elinden tutup söylediğim şarkıda beraber dans etsek, o bir dünya para verip aldığım göz kalemleriyle yanağıma çiçek, göz kapağıma bir arı resmi yapsam, canım pijamalarımı çıkarmak istemediğinde pijamalarımla işe gelsem mesela...ya da canım flamenko öğrenmek istediği için atlayıp endülüs'e gitsem. yıllar sonra bir zebellah gelip "ho ho ho canının istediğini yaptığın için şimdi ızdırap içinde bir yaşlılık geçireceksin" mi diyecek?
saçma!!!
(sevdiğim bir dostumun armağanı olan ece temelkuran'ın içeriden kitabından cümleleri yine o sevdiğim dostuma öykünerek kendime uyarladım. olmuş mu?)
iyileştirici romanlar
Edebiyatın ‘iyileştirici’ niteliğinden yola çıkan bir grup bilim insanı, nitelikli romanların insan beynini geliştirip keskinleştirdiğini, sosyal bağları güçlendirerek kişiliği değiştirdiğini ve ilişki kurmayı kolaylaştırdığını ortaya koydu. Toronto Üniversitesi öğretim üyesi psikiyatr Keith Oatley ve Ingrid Wickelgren tarafından Scientific American’da yazılan makaleye göre, roman kahramanlarıyla özdeşleşmek, hem hayal dünyasını zenginleştiriyor hem de sosyal bağları güçlendiriyor.Nitelikli bir roman, bu etkileriyle insan beynini de keskinleştiriyor ve insan davranışlarına ilişkin sağlam ipuçları veriyor. İki bilim insanı, insan beynini en fazla geliştiren 10 romanı da tespit etmişler.
Listede yer alan 10 roman
Johann von Goethe / Genç Werther’in Çektikleri (1787)
Jane Austen / Aşk ve Gurur (1813)
Nathaniel Hawthorne / Kırmızı Leke 1850
Gustave Flaubert / Madam Bovary (1856)
George Eliot / Middlemarch (1870)
Leo Tolstoy / Anna Karenina (1877)
Virginia Woolf / Bayan Dalloway (1925)
Toni Morrison / Sevgili (1987)
J.M. Coetzee / Utanç (1999)
Muhsin Hamid / Gönülsüz Köktendinci (2007)
Jane Austen / Aşk ve Gurur (1813)
Nathaniel Hawthorne / Kırmızı Leke 1850
Gustave Flaubert / Madam Bovary (1856)
George Eliot / Middlemarch (1870)
Leo Tolstoy / Anna Karenina (1877)
Virginia Woolf / Bayan Dalloway (1925)
Toni Morrison / Sevgili (1987)
J.M. Coetzee / Utanç (1999)
Muhsin Hamid / Gönülsüz Köktendinci (2007)
ben bunların hiçbirini okumadım :(( beynim az mı gelişti yani.
neyse anna karenina'ya başlamıştım. zararın neresinden dönersem kar :))
19 Aralık 2011 Pazartesi
gezi kitabı
antalya'ya gideceğim zaman bavuluma atmak üzere başucumdaki kitaplara şöyle bir baktım.akşamları otel odasında okumak için içlerinden birini seçip götüreyim, hem de o da görsün antalya'yı diye düşündüm. içimden anna karanina geçti, hem de okumak için bulacağım zamanla 1000 sayfanın üzerindeki kitabı belki yarılarım diye düşündüm.ama o kalın kitabı bavuluma koyup kendime yük etmek istemedim. kütüphaneme şöyle bir göz gezdireyim dedim ve ilk bakışta gözüm onun üzerine kilitlendi. engin geçtan'ın yıllar önce insan olmak isimli kitabını okumuştum. engin geçtan bir psikolog, aynı zamanda roman da yazıyor. elime aldığım evimdeki ikinci engin geçtan romanıydı. bir diğeri başucumdaki kırmızı kitap'tı. madem engin geçtan okuyacaksın kırmızı kitap'ı götür ve onu oku bitir dedi egom. ama kalbim elimi ona doğru uzattı, vazgeçemedim ve attım kızarmış palamutun kokusunu çantama.
"insan hiçbir şeyi bıraktığı yerde bulamıyor, kızarmış palamutun kokusunu bile."
yazıyordu kitabın arkasında. uzun yıllar amerika'da yaşamış ve yıllarca hiç ülkesine dönmemiş, dönememiş bir türkün istanbul'da çocukluğunun,gençliğinin, aslında kendi varlığının izlerini sürmesi üzerineydi kitap.
olaylar kahramanımızın istanbul'a gelişiyle başlıyor, kalacağı otelin giriş kapısında biri vuruluyor. sonrası film gibi. kahramanımızı bizans zamanında, osmanlı döneminde ve günümüzde istanbul sokaklarında görüyoruz kah erguvan moru bayrakların, kah erguvan moru elbiseli bir kadının peşinde dolaşırken.
kitabın kahramanı istanbul sokaklarında dolaştıkça ben de antalya'nın ara sokaklarını keşfetmek için yoğun bir arzu duydum ve tek başıma attım kendimi sokaklara. özellikle gece saatlerinde kale içinde gezerken adeta istanbul'un arka sokaklarında geziyor gibiydim. keşke daha cesur olsaydım ya da yanımda biri olsaydı da daha ara sokaklara girebilseydim.
ece temelkuran gibi engin geçtan'ın kahramanı da insanın tek bir hayatı olması, tek bir zamanda yaşaması haksızlık diyor ve zamansız olmayı diliyor. mekanlar ve zamanlar arasındaki seyahatlerde geçişler arası takılabiliyor insan. ara vererek okunmaması gereken bir kitap. okurken bu kitaptan çok güzel film olur diye düşündüm sık sık.
altını çizdiğim o kadar çok cümle oldu ki kitapta. ama hiç birini buraya yazamayacağım, çünkü çok sevdiğim birine hediye ettim kitabı. kitapta beni etkileyen çok cümle var, beni en çok düşündürense kitabın bir bölümünde görünmez olan kahramanımızın kurduğu aşağıdaki cümle.
"...namevcutluğun hüznü, yerini , insanları onların haberi olmadan gözleyebiliyor ve dinleyebiliyor olmanın üstünlüğüne bırakıyor. bir şeyi kaybedince bir başka şeyi kazanıyor olduğuna inanmak, insan denilen mahlukun kendine karşı çevirdiği hilelerin en acımasızı olmalı."
ben de sık sık görünmez olmayı hayal ederim. hem orda hem de orda değil.
bazen de insanların düşüncelerini okuyabiliyor olduğumu düşlerim.
ara sıra da eğer ben dünyaya hiç gelmemiş olsaydım dünya nasıl olurdu diye düşünürüm. tıpkı frank kapra'nın muhteşem filmi şahane hayat'taki gibi.
"insan hiçbir şeyi bıraktığı yerde bulamıyor, kızarmış palamutun kokusunu bile."
yazıyordu kitabın arkasında. uzun yıllar amerika'da yaşamış ve yıllarca hiç ülkesine dönmemiş, dönememiş bir türkün istanbul'da çocukluğunun,gençliğinin, aslında kendi varlığının izlerini sürmesi üzerineydi kitap.
olaylar kahramanımızın istanbul'a gelişiyle başlıyor, kalacağı otelin giriş kapısında biri vuruluyor. sonrası film gibi. kahramanımızı bizans zamanında, osmanlı döneminde ve günümüzde istanbul sokaklarında görüyoruz kah erguvan moru bayrakların, kah erguvan moru elbiseli bir kadının peşinde dolaşırken.
kitabın kahramanı istanbul sokaklarında dolaştıkça ben de antalya'nın ara sokaklarını keşfetmek için yoğun bir arzu duydum ve tek başıma attım kendimi sokaklara. özellikle gece saatlerinde kale içinde gezerken adeta istanbul'un arka sokaklarında geziyor gibiydim. keşke daha cesur olsaydım ya da yanımda biri olsaydı da daha ara sokaklara girebilseydim.
ece temelkuran gibi engin geçtan'ın kahramanı da insanın tek bir hayatı olması, tek bir zamanda yaşaması haksızlık diyor ve zamansız olmayı diliyor. mekanlar ve zamanlar arasındaki seyahatlerde geçişler arası takılabiliyor insan. ara vererek okunmaması gereken bir kitap. okurken bu kitaptan çok güzel film olur diye düşündüm sık sık.
altını çizdiğim o kadar çok cümle oldu ki kitapta. ama hiç birini buraya yazamayacağım, çünkü çok sevdiğim birine hediye ettim kitabı. kitapta beni etkileyen çok cümle var, beni en çok düşündürense kitabın bir bölümünde görünmez olan kahramanımızın kurduğu aşağıdaki cümle.
"...namevcutluğun hüznü, yerini , insanları onların haberi olmadan gözleyebiliyor ve dinleyebiliyor olmanın üstünlüğüne bırakıyor. bir şeyi kaybedince bir başka şeyi kazanıyor olduğuna inanmak, insan denilen mahlukun kendine karşı çevirdiği hilelerin en acımasızı olmalı."
ben de sık sık görünmez olmayı hayal ederim. hem orda hem de orda değil.
bazen de insanların düşüncelerini okuyabiliyor olduğumu düşlerim.
ara sıra da eğer ben dünyaya hiç gelmemiş olsaydım dünya nasıl olurdu diye düşünürüm. tıpkı frank kapra'nın muhteşem filmi şahane hayat'taki gibi.
16 Aralık 2011 Cuma
pbk'lı günler diliyorum
insan 10 gündür hasta olur mu?bu nasıl bir griptir, tam hah kurtuldum bugün iyiyim diyorsun.ertesi gün virüsler gelip bütün solunum yollarını tıkıyor.nefes al, alabilirsen. dün sonunda iyileştim galiba derken bugün sabah nefes alamaz halde uyandım. işyerinde de herkesin elindeki iş hafiflemişken ben de gülle gibi bir iş var ki sorma gitsin. ne yapalım, eşek olunca semer vuran çok oluyor. sabahtan beri, lodos dışarda ve vücudumun her karesinde uğuldarken aklımda olan tek şey akşam eve gidip pijamalarımı giyip uzanmaktı. bugün akşam pijamalarımı giyip pazartesi günü üzerimden çıkarmayı düşünüyorum. hatta yemek falan da yapmayıp pizzayla falan günü kurtarabilsem süper olur. bütün hafta sonu battaniye altında uzanıp kitap okumak istiyorum. içimdeki ses bak o zaman iyileşeceksin diyor. evde bir sürü film var, belki bir iki tane de film izlerim.
şimdi dışarda yağmur var, şemsiyem yok. eve giderken yine ıslanacağım. öfff, keşke hasta olmasaydım da yağmurun tadını çıkarsaydım. neyse pijama-battaniye-kitap'lı bir hafta sonu olması dileğiyle bir güzide çalışma haftasını daha bitirip, çabucak gelip geçen haftasonu günlerine balıklama dalalım. dua edin de çabuk iyileşeyim, elimdeki işi bir an önce bitirsem de yeni yıl heyecanına dalabilsem artık.
15 Aralık 2011 Perşembe
bak ne olmuş
benim üniversiteyi kazandığım dönemdeki dokuz eylül üniversitesinin tınaztepe'deki kampüsü gibi ıssız bir yerde bir başına bir binada eğitime göndermişler n. ile beni. ders bitiminde eve gitmek için çıkıyoruz binadan,otobüse binmek için geçmemiz gereken yola dört katlı bir bina yüksekliğinde inşaat kumu dökmüşler.geçiş yolumuz tamamen tıkalı.sadece kenarda bir insanın geçebileceği genişlikte bir yol açmışlar,ordan da karşı yönden sürekli olarak garip tipli erkekler geliyor.bir süre sıranın bize gelmesini bekliyoruz,ama sıra bir türlü bize gelmiyor.en sonunda dalıyoruz adeta ters yöne girmiş araçlar gibi.sürtüne sürtüne,itişe kakışa ilerliyoruz.kumu geçip açığa geldiğimizde çantamı açıp içinebaktığımda bütün paramın çalınmış olduğunu görüyorum.parayı önemsemiyorum.cüzdanım ve diğer şeyler çantamda.o sıkıntılı durumdan kurtulmuş olmanın mutluluğuyla belediye otobüsüne biniyoruz. aslında izmir'deyiz. geçerken varyant'ın arka sokakları olduğunu düşündüğüm bir yerde üzerinde pera palas yazan aynı istiklal caddesindeki gibi oymalı süsler bulunan çok katlı tarihi bir bina görüyorum. o binayı gördükten sonra birden akşamın alacakaranlığı çöküyor.içime yerleştirdiği sıkıntıyla birlikte.
n.nin evindeyiz. yatakta oğlu oyun oynuyor.onu evine bırakıp çıkıyorum. yol boyunca yürüyorum.yol kenarlarında öbek öbek koyu renkli, kötü kokulu küller var. bir kadın her kül öbeğinde durup bir parça külü iki parmağı arasına alıp kokluyor.dikkatle ne yaptığını izliyorum. birden durup bana dönüyor ve "kükürt kokuyor, tıpkı yakılmış insan bedenleri gibi" diyor. irkilip hızla ordan uzaklaşıyorum.
eski bir çarşıdayım.küçük dükkanlar var. nal yapan,keçe yapan, çan yapan dükkanlar. çarşı osmanlı döneminden kalmış gibi. kendi kendime kemeraltı'nda ne değişik sokaklar varmış burayı ilk defa görüyorum diyorum. her dükkanın önünde kocaman köpekler var.köpekler beni izliyor, hiçbiri havlamıyor.
bir kırtasiyedeyim. hani okul kenarlarında olan ıvır zıvır herşeyi satan tipte bir dükkan.önce 10 tane çokomel alıyorum.sonra beyaz kağıt almaya karar veriyorum ve 4 adet kağıt istiyorum. adam kağıt topundan 4 adet kağıdı veriyor.kağıtların hepsinde yazılar var veya çizgiler.boş kağıt istediğimi söyleyip kağıtları geri veriyorum.adam uzun süre arıyor,ama bütün kağıt topunun içinde bir tane bile temiz beyaz bir kağıt bulamıyor. kızıp çokomelleri de bırakıp çıkıyorum dükkandan.
rüyalarda mekanlar, rüyanın kahramanları ne kadar çabuk değişiyor. dün gece tüm bu yazdıklarımı arka arkaya gördüm. rüyadayken ardarda olmaları mantıklı gibiydi. yani ben az önce başka bir yerdeydim şimdi niye burdayım diye düşünmüyor insan. sabah olduğundaysa düşününce saçma geliyor. bazen kafamı bir soru kurcalıyor. ya aslında bizim uyanık olduğumuzu sandığımız zaman aslında rüyadaysak. yani rüyalarımız gerçek, bizim gerçek sandığımız yansımalarsa.
dün gece garip, iç sıkıcı rüyalar gördüm. sebebi belki de yatmadan önce çok ağlamış olmam olabilir. ya da yeterince ağlayıp içimin tortularını temizlememiş olmam da olabilir.
ben kendime küçük mutluluk alanları yaratmaya çalışırken oyun alanımı bozmaya çalışanlara rağmen inadına mutluyum. ben dün koroda bu şarkıyı öğrendim. tek başıma asla söyleyemem,ama koroda söylüyorum. bir de bloga video eklemeyi öğrensem süper olacak.
imaj
14 Aralık 2011 Çarşamba
kim anne belli değil!
dün akşam iş çıkışı arkadaşla alışveriş merkezine gidip yılbaşı için hazırlıklar başlamış mı ortalık ışıl ışıl olmuş mu,yeni şeyler gelmiş mi diye bir bakalım dedik.öyle çok fazla değil bir saat falan gezer döneriz diye düşündük.eşimi arayıp haber verdim.o da biraz gecikecekmiş,tamam dedi. saat 8'de telefonum çaldı.kayınpederim arıyor.telefonu açtım, "anne sen nerdesin?" diye çemkiren bir bıdık. eve gitme saatim geçmiş. tabi ya benim asıl arayıp haber vermem gereken bıdığımdı nasıl oldu da unuttum. ben biraz gecikeceğim anneciğim dedim. öf yaa diyerek kapadı telefonu. nasıl bir mahcubiyet çöktü üzerime anlatamam. kendimi annesine yalan söyleyip gezmeye gitmiş,sonra da yakalanmış ergenler gibi hissettim. saat 8.30 gibi eşim aradı, oturduğunuz yerde kalın biz geliyoruz diye. bekledik artık, şaraplarımızı yudumlamaya devam ederek. gözleri ışıl ışıl geldi benim bıdık.hemen sohbete girişti, yarım saat önce beni azarlayan o değil sanki. neyse ben de bozuntuya vermedim. sonra onun da gönlü olsun diye oyun parkına götürdük ve sakızmatiklerden o kocaman sakızlardan aldı. yeşil sakız düşümüş şansına,anne bak para çıktı diye seviniyor. pek paragöz oldu bıdık.sakızı ısırırken sallanan ön dişi çıkmaz mı?yaşasın diş perisi yine para getirecek diye bir kere daha sevindi. toplam 6 tane dişi düştü.büyüdü mü ne? :( o dişinin kanayan yerine peçete bastırmaya çalışırken ben "ay iyi ki kendisi çıktı ben hayatta çekemezdim" dedim."ne var anne çekiyorsun çıkıyor" dedi.
o mu büyük ben mi anlamadım gitti!!!
13 Aralık 2011 Salı
hastayım
öksürürken ciğerlerim sökülüyor. bu ne biçim hastalık anlamadım gitti. öksürmekten boğulacağım, ara sıra nefesim kesiliyor.henüz doktora gitmedim.evdeki ilaçlar, ıhlamur,ballı zencefil gibi doğal ilaçlarla çözüm bulmaya çalışıyorum. bu kadar öksürürken çalışmak pek kolay olmuyor.
aslında geçen haftadan beri hastayım. cumartesi günü aşure yaptım, pazarda temizlik.yatıp dinlenmem gerekirken bünyeyi daha fazla yorunca, o da al sana iş dedi ve dünden beri boğmaca olmuş gibi öksürüyorum.
eve gidip yatsam bakacak kimse yok.burda en azından çaycı abla ıhlamur falan yapıyor. annemi istiyorum. :((
aslında geçen haftadan beri hastayım. cumartesi günü aşure yaptım, pazarda temizlik.yatıp dinlenmem gerekirken bünyeyi daha fazla yorunca, o da al sana iş dedi ve dünden beri boğmaca olmuş gibi öksürüyorum.
eve gidip yatsam bakacak kimse yok.burda en azından çaycı abla ıhlamur falan yapıyor. annemi istiyorum. :((
12 Aralık 2011 Pazartesi
hala mı evet!
Atatürk, ''Türkiye Cumhuriyeti; Şeyhler, aşiretler, dervişler, mollalar Cumhuriyeti olmayacaktır'' dedi, Tekkeleri, Zaviyeleri ve Mason Locaları'nı kapattı!
sabah gazetede okuduğum habere ne demeli.şöyle ki :
Diyanet’te ‘Mele’ dönemi
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, doğu ve güneydoğu illerinde toplumda sözü geçen, saygınlığı olan ‘mele’ denilen kişilerin sınavda başarılı olmaları kaydıyla, sözleşmeli imam hatip olarak Diyanet İşleri kadrosuna alınacağını belirtti. Bozdağ, “Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik kadro öngördük” dedi.
DİYANET İşleri Başkanlığı, doğu ve güneydoğu illerine yönelik yeni bir proje başlatıyor. Diyanet, bölgede ‘mele’, genelde ‘molla’ denilen ve taşrada vatandaşların din konusunda görüşlerine başvurduğu isimleri kadrolarına katacak. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Bu kişileri analiz ettik. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülük denetiminde yararlanmak istiyoruz” dedi. Bozdağ, “Diyanetin 2012’ye yönelik en önemli projesi” olarak değerlendirdiği çalışma hakkında şunları söyledi:Bir kez 1000 kadro“Doğu’da mele, bizim bildiğimiz tabirle molla denilen din eğitimi almadığı halde din bilgisi olan, toplum tarafından saygı gören isimler var. Bu kişilerden Diyanet Başkanlığı olarak istifade edebilmek için daha önce çıkardığımız kanun hükmündeki kararnamede bir düzenleme yaptık. Bu tip kişilerden, Diyanet tarafından yapılacak sınavda başarılı olmaları kaydıyla sözleşmeli imam hatip olarak yararlanmak istiyoruz. Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik bir kadro öngördük. Yaptığımız hesaplamalar 800 civarında ihtiyaç olduğu yönünde.
”Caferi hocalar alınacak“
Örneğin Iğdır ve Ardahan bölgesinde Caferiler var. Onlar arasında halk tarafından sevilen din adamları var. Onlardan da Diyanet olarak yararlanmak istiyoruz. Bir yılda bu kadroları toplumda sayılan, sevilen din adamları için kullanmayı düşünüyoruz. 4/B kapsamında sözleşmeli olarak görev yapacaklar. Sınavı Diyanet İşleri Başkanlığı düzenleyecek ve bu sınava girmek için yaş sınırı olmayacak. Gerekli analizleri yaptık. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülükler denetiminde yararlanmak istiyoruz. Başkaları tarafından kontrol edilmeleri de böylece önlenecek. 6 ay hizmet içi eğitime tabi tutulacaklar. Doğu illerinde imam açığımız var. Atamaya rağmen gitmeyenler oluyor. Açığı da bölgenin insanlarından gidermiş olacağız.
”Türkiye’yi tanıtma projesi“
Süren bir başka projemiz daha var. Özellikle doğu illerinde görev yapan imam ve hatiplerin bulundukları illerin dışına neredeyse çıkmadığını tespit ettik. Şimdi batıdaki illerimizde bu kişileri hizmet içi eğitime alıyoruz. Seminerler, geziler düzenleniyor. Bulundukları bölgenin dışındaki hayatları ve insanları da tanımalarını istiyoruz.
”Toplumun ileri gelenleri"
KURAN’da geçen bu kelime, toplumun ileri gelenleri, görüşlerine başvurulanlar, kendileriyle istişare edilenler, yönetici sınıf anlamlarına geliyor. Toplumların yapısına ve kabul ettikleri değer yargılarına göre ‘mele’ grubu farklı farklı olabiliyor. Maddeyi çok yüce sayan toplumlarda sermaye sahibi zenginler, devlet erkini önemseyen toplumlarda devlet adamları, faşist yönetimlerde tiranlar, askeri rejimlerde diktatörler, demokratik toplumlarda siyasetçiler, bürokratlar veya aydınlar olabilir. İslam toplumlarında mele grubu daha çok âlimler ve faziletli insanlar için kullanılıyor. ‘Melee’ kökünden türeyen bu kelimenin bir anlamı da ‘doldurmak’. Gözleri, manzaraya, güzelliğe, yüceliğe doldurmak bu kelime ile ifade edilir. Mele, “ileri gelenler, toplumun önünde olan kimseler” anlamına da geliyor.
KAYNAK: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19443417.asp
benim vergilerimle mollalara maaş ödenecek.
pes diyorum.pes...
sabah gazetede okuduğum habere ne demeli.şöyle ki :
Diyanet’te ‘Mele’ dönemi
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, doğu ve güneydoğu illerinde toplumda sözü geçen, saygınlığı olan ‘mele’ denilen kişilerin sınavda başarılı olmaları kaydıyla, sözleşmeli imam hatip olarak Diyanet İşleri kadrosuna alınacağını belirtti. Bozdağ, “Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik kadro öngördük” dedi.
DİYANET İşleri Başkanlığı, doğu ve güneydoğu illerine yönelik yeni bir proje başlatıyor. Diyanet, bölgede ‘mele’, genelde ‘molla’ denilen ve taşrada vatandaşların din konusunda görüşlerine başvurduğu isimleri kadrolarına katacak. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Bu kişileri analiz ettik. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülük denetiminde yararlanmak istiyoruz” dedi. Bozdağ, “Diyanetin 2012’ye yönelik en önemli projesi” olarak değerlendirdiği çalışma hakkında şunları söyledi:Bir kez 1000 kadro“Doğu’da mele, bizim bildiğimiz tabirle molla denilen din eğitimi almadığı halde din bilgisi olan, toplum tarafından saygı gören isimler var. Bu kişilerden Diyanet Başkanlığı olarak istifade edebilmek için daha önce çıkardığımız kanun hükmündeki kararnamede bir düzenleme yaptık. Bu tip kişilerden, Diyanet tarafından yapılacak sınavda başarılı olmaları kaydıyla sözleşmeli imam hatip olarak yararlanmak istiyoruz. Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik bir kadro öngördük. Yaptığımız hesaplamalar 800 civarında ihtiyaç olduğu yönünde.
”Caferi hocalar alınacak“
Örneğin Iğdır ve Ardahan bölgesinde Caferiler var. Onlar arasında halk tarafından sevilen din adamları var. Onlardan da Diyanet olarak yararlanmak istiyoruz. Bir yılda bu kadroları toplumda sayılan, sevilen din adamları için kullanmayı düşünüyoruz. 4/B kapsamında sözleşmeli olarak görev yapacaklar. Sınavı Diyanet İşleri Başkanlığı düzenleyecek ve bu sınava girmek için yaş sınırı olmayacak. Gerekli analizleri yaptık. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülükler denetiminde yararlanmak istiyoruz. Başkaları tarafından kontrol edilmeleri de böylece önlenecek. 6 ay hizmet içi eğitime tabi tutulacaklar. Doğu illerinde imam açığımız var. Atamaya rağmen gitmeyenler oluyor. Açığı da bölgenin insanlarından gidermiş olacağız.
”Türkiye’yi tanıtma projesi“
Süren bir başka projemiz daha var. Özellikle doğu illerinde görev yapan imam ve hatiplerin bulundukları illerin dışına neredeyse çıkmadığını tespit ettik. Şimdi batıdaki illerimizde bu kişileri hizmet içi eğitime alıyoruz. Seminerler, geziler düzenleniyor. Bulundukları bölgenin dışındaki hayatları ve insanları da tanımalarını istiyoruz.
”Toplumun ileri gelenleri"
KURAN’da geçen bu kelime, toplumun ileri gelenleri, görüşlerine başvurulanlar, kendileriyle istişare edilenler, yönetici sınıf anlamlarına geliyor. Toplumların yapısına ve kabul ettikleri değer yargılarına göre ‘mele’ grubu farklı farklı olabiliyor. Maddeyi çok yüce sayan toplumlarda sermaye sahibi zenginler, devlet erkini önemseyen toplumlarda devlet adamları, faşist yönetimlerde tiranlar, askeri rejimlerde diktatörler, demokratik toplumlarda siyasetçiler, bürokratlar veya aydınlar olabilir. İslam toplumlarında mele grubu daha çok âlimler ve faziletli insanlar için kullanılıyor. ‘Melee’ kökünden türeyen bu kelimenin bir anlamı da ‘doldurmak’. Gözleri, manzaraya, güzelliğe, yüceliğe doldurmak bu kelime ile ifade edilir. Mele, “ileri gelenler, toplumun önünde olan kimseler” anlamına da geliyor.
KAYNAK: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19443417.asp
benim vergilerimle mollalara maaş ödenecek.
pes diyorum.pes...
9 Aralık 2011 Cuma
ilmik
Duvardaki catlaktan bakan fare, çiftlik sahibi ile karisinin bir paket actiklarini gordu .
"Icinde yiyecek mi var?'" derken
Bir baktı ki fare kapanı!!.
Hemen bahceye kosup, alarmı verdi :
Evde kapan var! Evde kapan var!'
Tavuk gıdaklayıp , kafayı kaldırdı ve, 'Bay fare", bu sizin için ciddi bir sorun olsa da şahsen, beni ilgilendiren bir tarafı yok ne yazık ki!
Fare dönüp bu sefer domuzcuğa, "Evde kapan var, evde kapan var"! dedi. Domuzcuk konuyla ilgilendi ama, kendi hesabına 'Üzgünüm bay fare, vah, vah emin ol senin için dua edeceğim" dedi.
Fare bu kez öküze yöneldi: "Evde kapan var!" "Evde kapan var!" diye bağırdı nefes nefese.
Öküz: 'Wow, Bay Fare, Senin için üzüldüm, ama burnumu sokacağım bir şey değil.' dedi.
E farenin de başını eğip, gitmekten başka çaresi kalmamıştı... yalnızlık ve terkedilmişlik hisleri içinde, fare kapanı ile artık....tek başına başa çıkmaya çalışacaktı!.
O akşam evde, alışılmamış bir ses duyuldu. Sanki bir kapan, avının üzerine kapanmıştı. Sese koşan çiftçinin karısı, karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğu kaptırdığını görmemiş. Yılan da onu ısırmıştı. Çiftçi karısını hastaneye koşturdu, Karısı eve ateşli döndü. E ateşli insana ne verilir?? Sıcacık bir tavuk çorbası!!!. Tavuk acilen pişirilmiş! Ama kadın hala iyileşmiyormuş, Eee... eş dost ahbap, gelince hasta ziyaretine, çiftçi de sofraya domuzcuğu çıkarmak zorunda kalmış!!!. Ama çiftçinin karısı iyileşmemiş; ölmüş!!!!!. Aman ne kalabalık gelmiş cenazeye, ne kalabalık!!! Bu sefer de konukları doyurmak için kesilen öküz olmuş.... Fareye de olan biteni deliginin ardindan izlemek kalmis!....
*** Onun için bir daha, seni ilgilendirmeyen bir sorun karşına çıkarsa... bir düşün!!!
---- Birimiz tehdit altındaysak, hepimiz risk altındayız. Bu hayat denen yolculukta birlikte yol almaktayız.Birbirimizi kollayıp, güç ve güven paylaşmalıyız.
UNUTMA. . . . . .
HEPİMİZ, BİRBİRİMİZİN HALI TEZGAHINDA HAYATİ ÖNEMİ OLAN İPLİKLERİZ!!!!
VE ŞÖYLE YA DA BÖYLE, HAYATLARIMIZ BİRLİKTE DOKUNUYOR.
6 Aralık 2011 Salı
kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına
otobüs durağında beklerken gözüm takılıyor ona, rüzgarın önünde salınarak uzaklaşıyor doğup büyüdüğü ağaçtan. ilk tomurcuk hali, yaşamının en parlak, en yeşil, en yaşam sevinci veren kokulu hali o ağacın, o dalında. şimdiyse artık yeşilden turuncuya, turuncudan mora ve sarıya çalan bir renkte, artık ilk gençliğinin o delişmen kokusu yok üzerinde, burnuma gelen yaşanmışlığın o oturmuş kokusunu bırakarak ardında kendini bırakıyor rüzgara. yeni yerler görmek, yeni bir toprağa ayak basıp, hayatının yeni evresine başka bir yerde başlamak için bırakıyor kendini rüzgarın kollarına. bir yaprak olsaydım, sararıp solduğumda ağacımın dibine düşmek, ömrümün sonunu doğup büyüdüğüm ağacın dibinde geçirmek istemezdim, kendimi bırakırdım rüzgara diye düşünüyorum. dalından düşmek için lodos bekleyen yaprakları takdir ediyorum. lodos kuvvetli bir rüzgardır, sıcak, güçlü, ama boğucu…aldığını uzak diyarlara götürür.
geçen hafta ani bir kararla iki gün izin alıp antalya’ya beni götüren de içimde esen böyle bir lodostu. eşim iş için antalya’daydı, pazartesi sabahı bir arkadaşımın da perşembe günü antalya’ya gideceğini öğrenince birden ben de gitmek istiyorum dedim ve salı sabahı once işyerimden izin aldım, öğlene kadar feribot ve uçak biletimi almış, kalacağım otelde yerimi ayırtmıştım. kayınvalidemlere ve oğluma iş için istanbul’a gidiyorum dedim. perşembe akşamı saat altıda antalya’daydım. otel odasında kendime inanmayarak oturdum öylece. sonra üstümü değiştirip şehri keşfe çıktım. hava karardığı için nerede olduğumu pek anlamasam da yaklaşık iki saat boyunca antalya sokaklarında yüzümde koca bir gülümsemeyle kah kimseninin görmediği yerlerde gövdelerine sarılıp yapraklarını sevdiğim turunç ağaçlarına kah tanıdığım ama gece karanlığında ne olduğunu kestiremediğim yapraklarını dökmemiş ertesi sabah benjamin olduğunu anladığım ağaçlara bakarak yürüdüm. açlıktan midemin kazınmaya başlamasıyla önüme gelen ilk yere oturup birşeyler yedim. restaurantta beni sürekli elektrikli ısıtıcının altına oturtmaya çalıştılar,ama ben üzerimde sadece bir hırka olmasına rağmen üşümüyordum ve aralık ayının ilk günü, sokakta bir masada oturup etrafımı izleyerek yemeğimi yedim. eşimin işi geç bittiği için beni saat 11’de almaya geldi ve jolly joker diye bir bara götürdü. uzun zamandır canlı müzik dinlemek istiyorum diye başının etini yiyip duruyordum, al sana canlı müzik dedi. türkçe ve ingilizce rock şarkılar söyleyen çok eğlenceli bir grup çalıyordu. ben mandarinli absolute söyledim ve tadına bayıldım. grup mu çok iyiydi, ben uzun zamandır istediğim bir şeyi yaşıyor olmaktan çok mu mutluydum bilmiyorum, ama çooook eğlendim. eşim yorgun olduğu için 12.30 gibi kalkmak zorunda kaldık, ama o kısacık zaman bile bana yetti. beni otelime bıraktıktan sonra o da oteline gitti ve ikimiz aynı şehirde ayrı otellerde 2.30 gibi uykuya daldık.
geçen hafta ani bir kararla iki gün izin alıp antalya’ya beni götüren de içimde esen böyle bir lodostu. eşim iş için antalya’daydı, pazartesi sabahı bir arkadaşımın da perşembe günü antalya’ya gideceğini öğrenince birden ben de gitmek istiyorum dedim ve salı sabahı once işyerimden izin aldım, öğlene kadar feribot ve uçak biletimi almış, kalacağım otelde yerimi ayırtmıştım. kayınvalidemlere ve oğluma iş için istanbul’a gidiyorum dedim. perşembe akşamı saat altıda antalya’daydım. otel odasında kendime inanmayarak oturdum öylece. sonra üstümü değiştirip şehri keşfe çıktım. hava karardığı için nerede olduğumu pek anlamasam da yaklaşık iki saat boyunca antalya sokaklarında yüzümde koca bir gülümsemeyle kah kimseninin görmediği yerlerde gövdelerine sarılıp yapraklarını sevdiğim turunç ağaçlarına kah tanıdığım ama gece karanlığında ne olduğunu kestiremediğim yapraklarını dökmemiş ertesi sabah benjamin olduğunu anladığım ağaçlara bakarak yürüdüm. açlıktan midemin kazınmaya başlamasıyla önüme gelen ilk yere oturup birşeyler yedim. restaurantta beni sürekli elektrikli ısıtıcının altına oturtmaya çalıştılar,ama ben üzerimde sadece bir hırka olmasına rağmen üşümüyordum ve aralık ayının ilk günü, sokakta bir masada oturup etrafımı izleyerek yemeğimi yedim. eşimin işi geç bittiği için beni saat 11’de almaya geldi ve jolly joker diye bir bara götürdü. uzun zamandır canlı müzik dinlemek istiyorum diye başının etini yiyip duruyordum, al sana canlı müzik dedi. türkçe ve ingilizce rock şarkılar söyleyen çok eğlenceli bir grup çalıyordu. ben mandarinli absolute söyledim ve tadına bayıldım. grup mu çok iyiydi, ben uzun zamandır istediğim bir şeyi yaşıyor olmaktan çok mu mutluydum bilmiyorum, ama çooook eğlendim. eşim yorgun olduğu için 12.30 gibi kalkmak zorunda kaldık, ama o kısacık zaman bile bana yetti. beni otelime bıraktıktan sonra o da oteline gitti ve ikimiz aynı şehirde ayrı otellerde 2.30 gibi uykuya daldık.
ertesi sabah ağzımın suları akarak blogunda antalya fotoğraflarını seyrettiğim leylak dalı’yla saat 10’da buluşmak üzere sözleşmemize rağmen erkenden kalktım, perdeleri açtım, denizin mavisinin göğün mavisine karıştığı muhteşem bir sabaha uyandığımı hemen anladım. uzun süre gözümü ayırmadan denizi seyrettim ve dilek diledim. güneşle yıkanmak istiyordum, gözüm, gönlüm yeşile, maviye doysun, güzel bir sohbet eşliğinde deniz kenarındaki çay bahçelerinde kahve içeyim, çay içeyim miskin miskin denize bakayım istiyordum. giyindim, süslendim, leylak dalı kara kitabın aslında kara bir ruhu olmadığını görsün diye makyajımı yaptım, yüzümü renklendirdim. leylak dalı’yla buluştuk ve sanki benim ne istediğimi biliyormuş gibi başladık yürümeye, muhteşem bir gün geçirdik birlikte. öyle çok yürüdük ki, 86 kiloluk bedenimi taşımaktan ayaklarım helak oldu. ruhum yeşile, maviye, sohbete doydu. tüm kıyı şeridini, parklardaki heykellerin hepsini gezdirdi bana rehberim. aynı zamanda çok da güzel fotoğraflarımı çekti.gezmemizi güneşin batışını seyretmek için atatürk parkı içindeki nar bistro’da tamamladık. keyifli, şık bir mekandı. günü tamamlayıp evli evine köylü köyüne evi olmayan oteline diyip ayrılırken nar’da akşam canlı müzik olduğunu gördüm. otelime gidip saat 8’e kadar dinlendim, gitsem mi gitmesem mi, tek başıma eğlenebilir miyim diye düşünüp dururken yalnız değilim ki dedim. ben, keyfim ve kahyası üçümüz hazırlandık ve nar’da aldık soluğu.
o gün ve ertesi gün akşam buziki, yan flüt, saksafon ve gitar eşliğinde çok sevdiğim leona’nın narince-chardonnay şarabıyla birlikte bülent ortaçgil, yeni türkü, fikret kızılok şarkılarıyla ruhumu yıkadım müzikle.
bursa’nın rüzgarı lodostur, sıcak ve boğucu. antalya’nınsa poyrazı var, izmir gibi. üşüten, ama insanı kendine getiren, kulaklarını dondururken yaşadığını hissettirip dirilten. bu küçük gezi de bana tekrar yaşadığımı hissettirdi. yaşamak ne güzel şey! dünya ne güzel bir yer diyerek döndüm çok özlediğim oğlumun kollarına, kalbimi antalya’ya bırakıp. sözleştik kale içiyle mayıs’ta bu kez oğlumu da alıp gideceğim, tam turunçlar çiçek açtığında şehrin kokusuyla kendimden geçeceğim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)