AYAK SESLERİ
Çalan alarmın sesiyle gözlerini açtığında gördüğü şey
kocaman bir karanlıktı. Yatağın içinde kedi gibi gerneşip esneyen kaslarının, çıtırdayan
kemiklerinin sesini dinleyerek gülümsedi. Bedeninin yaptığı sabah müziğinden
hoşnut kalmıştı. Yavaşça doğrulup
yatakta oturdu. Ayaklarını yere koyup koymama konusunda kararsız kaldı. Kendini
beton zeminin soğukluğuna hazır hissettiğinde ayağa kalktı. Ayak tabanlarından
sırtına doğru bir ürperti yayıldı. Ağır adımlarla banyoya gitti ve ışığı açtı.
Lambadan gelen ışık gözünü aldı. Gözlerini kısarak el yordamıyla lavaboyu
buldu. Musluğu açıp akan suya baktı. İşte gün başlıyor. Hazır mısın? Avucunu
suyla doldurup buz gibi suyu yüzüne çarptığında gözlerini kocaman açtı. Bu sene
havalar çok soğuk gidiyordu. Zaten rutubetli olan bodrum katı evi yağan kar ve
yağmurlarla mağaradan farksız olmuştu. Kiler
ve odunluk olarak kullandığı odaya gidip kucağını odunla doldurdu. Oturma
odasına gelip tek eliyle sobanın üst kapağını açtı ve odunları simetrik bir
şekilde sobanın içine yerleştirdi. Sobanın yanındaki kovadan bir çıra alıp
kibriti çaktı ve çırayı yaktı. Yanan çıranın kokusu tüm odayı sardı. Bir süre
çıranın ateşini izledikten sonra üşüdüğünü hissedince aklına odunlar geldi.
Çırayı odunların arasına yerleştirip küçük alevin giderek büyümesini izledi.
Çıplak ayakları betonun bütün soğuğunu bedenine çekerken dış kapıya yöneldi. Kapının
dürbününden bakıp etrafta kimseler olmadığına emin olunca yavaşça kapıyı açıp
kapıcının kapı koluna astığı ekmeği aldı ve hızlıca kapıyı kapattı. Uzun
yıllardır kapıcı Hasan Efendi dışında kimseyi görmemiş, kimseyle konuşmamıştı.
Dünyayla tek bağı Hasan Efendi’ydi. Onunla bile konuşmak zor geliyordu kimi
zaman. Ekmek poşeti elinde, bu sabah Hasan Efendi’ye günaydın demek zorunda
kalmamış olmanın verdiği huzurla mutfağa doğru adımlarını hızlandırdı. Her
sabah yaptığı gibi önce ocağa çayı koydu. Buzdolabından peynir, zeytin ve vişne
reçelini çıkardı, yan yana tepsiye yerleştirdi. Ekmeği ince ince dilimleyip iki
dilimi kızartma makinesine koydu. Tezgahtaki ekmek kırıntılarını bir eliyle
küçük bir çay tabağının içine sıyırdı. Ekmekler kızarana kadar demlenen çayını
da alıp oturma odasında her sabah oturduğu koltuğunun hemen yanındaki sehpaya
tepsiyi bıraktı. İçinde ekmek kırıkları olan çay tabağını alıp pencereye doğru
ilerlerdi, kalın perdeleri ve camı açtı. Ekmek kırıklarını camın hemen önüne
dökerek içeriye daha fazla soğuk hava girmemesi için camı hızlıca kapattı. Koltuğa oturup camdan dışarı baktığında henüz
gün tam aydınlamasa da renkler seçilebiliyordu. Her sabah aynı şeyleri
yapmasına karşın yıllardır hep aynı heyecanla açıyordu perdeyi. O gün göreceği
ayaklar ve ayakkabıların kimlere ait olduğu üzerine tahminlerde bulunmak en
büyük eğlencesiydi. Çayından ilk yudumu aldığında bugünkü ilk misafiri de
pencerenin önünde arzı endam etti. Bağcıkları açık, beyaz olması gerekirken
kirden griye dönmüş, 40 numara adidas spor ayakkabılar. “Yine okula geç kalmış,
bu acelesi ondan. “ spor ayakkabılar
koşarak sahnedeki yerini terk etti. Ekmeğinden bir parça ağzına attığında yeri
titretircesine sert ve ağır adımlarla resmigeçidine başlamıştı siyah
iskarpinler. Pencerenin önünden geçişi neredeyse bir saat gibi geldi izlerken.
“Her gün boyuyor mu acaba? Nasıl bu kadar parlak olabiliyor? Çok titiz ve
kuralcı biri olmalı. Belki bir bankada müdürdür ya da iş adamı. Yok ama öyle
olsa niye yürüsün. Titiz bir devlet memuru kesin. Yavaş adımlarına bakılırsa ellili
yaşlarını çoktan geçmiş. Evli mi acaba? Belki de ayakkabılarını her gün karısı
fırçalıyordur.”
Sonraki sahne alacak kahramanı merakla bekleyen izleyici
ağzına bir parça peynir ve vişne reçeli attı. Peynirin tuzlu tadıyla vişne
reçelinin tatlı ekşi tadı dilinin üzerinde yayılırken platform topuklarının
üzerinde dengesini sağlamakta zorlanarak yürüyen çırpı bacakları gördü. Yaşça
büyük görünme hevesinde olan bir genç kız olmalıydı bu. Hep böyle platform
topuklar giyiyor, sirklerdeki uzun bacaklar gibi dengesini sağlamak için yoğun
çaba harcayarak, sallana sallana yürüyordu. Gözleriyle platform topukluyu
izlerken “tık, tık, tık” sesleriyle kalp atışları birden hızlandı. Stiletto
geliyordu. Siyah, mavi, yeşil, kırmızı, rengi değişse de tarzı hiç değişmeyen,
yere basar gibi değil de uçarcasına dokunan o çok sevdiği ayaklardaydı sıra.
Her gün pencerenin önünden bu saatte geçen, geçişiyle ruhuna bambaşka hisler
salan ayaklar. İnsanlardan yorulup
kendini gönüllü ev hapsine mahkum ettiğinden beri kapıdan dışarı adımını
atmamıştı. İnsanları hata yaptıkları için değil onlardan umudu kestiği için
çıkarmıştı hayatından. Peki, şimdi neydi bu her gün penceresinin önünden
uçarcasına hafif adımlarla geçen kadına karşı duyduğu kontrol edemediği umut?
Bir yandan dışarıda akan hayatın debisine kapılıp sürüklenmekten korkuyor bir
taraftan da o stilettoların sahibini çılgınca merak ediyordu. Uzun siyah
saçları olmalıydı, incecik bir beli. Boyu çok uzun olmadığı için hep yüksek
topuklu giyen, ruhu da ayak bilekleri gibi ince biri. Kaç kez karar vermişti,
bir sabah çıkıp kapının önünde onu bekleyecek ve nasıl biri olduğunu gözleriyle
görecekti. Oysaki daha evin kapısından ilk adımını attığı an nefes alamamaya,
kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyor, evin ruhu onu ensesinden tutup
içeri çekiyordu. Tık, tık, tık.. yaklaşıyordu, kalp atışı da yürüyüşün ritmine
uyum sağlamıştı. Pencerenin önüne döktüğü ekmek kırıklarını yemek için gelen
telaşlı serçelere takıldı gözü, kulağı topuk seslerinde. Sadece kuşları sevmek
istemiştim. Sevgimden mi korkup uçtular? Kanatlarım yoktu, yetişemedim. Ne
zaman kesilmişti kanatlarım? Birine sarılsam uçabilir miyim? Sarılsam…ona sarılsam…Nefesini tutarak kapıya
doğru koştu. Gözlerini kapattı derin
derin nefes alarak kapının tokmağı buz gibiydi. Elinin yandığını hissederek
hızlıca geri çekti. Kazağının kolunu avuçlarının içine alıp tokmağı hızla
çevirdi. Kapıyı açmıştı. Gözlerini açtı, önündeki koridora ve merdivenlere
baktı. Bileklerinde ağır zincirler varmışçasına tüm gücünü toplayarak ayağını
kaldırdı ve eşikten dışarı bir adım attı. Koridorun buz gibi betonu alev almış
yanıyordu. Alevlerin arasından
geçemezdi. Yanmadan sokağa çıkması mümkün müydü? Çıplak ayaklarıyla attığı her
adımda bedeninin dağlandığını hissederek merdivenleri teker teker çıktı. İşte
yıllar sonra ilk kez apartman kapısının önündeydi. Kendisine düşünmek için hiç
zaman bırakmadan kapının koluna asıldı, kendini eşikten dışarı attı.
Ciğerlerine dolan sokağın havası tüm bedenini yaktı. Soluna döndüğünde gördüğü
o kırmızı stilettolara ait siyah uzun saçlar yanan yüreğine düşen bir kar
tanesiydi.