28 Aralık 2011 Çarşamba

2012 dilekleri

nihan bana 2012 yılında gerçekleşmesini istediğim 12 dileği sormuş. ben çok fazla dileği olan biriyim. o yüzden 12 ile sınırlayamayabilirim. öncelikle genel,ama beni de etkileyeceği için evrensel olan dileklerim.

- dünyada her ekonomik kriz dönemi ardından büyük savaşları getirmiş maalesef. o yüzden ingiltere ve fransa'nın ekonomik sıkıntılarıyla ilgili gazete haberlerini okudukça kulaklarımda çalan savaş çanlarını duymak beni çok korkutuyor. bu ekonomik sıkıntıların bir an önce barışçılar bir ortamda çözüme ulaşmasını ve artık ortadoğu ve arap ülkelerine huzur gelmesini diliyorum.
- ülke liderlerine sihirli bir değnekle bir perinin el atmasını ve dünyada sınır, dil, din, ırk ayrımı, öteki, beriki,sizden, bizden diye bir şey kalmamasını diliyorum.
- gelir dağılımının eşit olmasını, insanların özellikle de çocukların en doğal fizyolojik gereksinimleri olan yiyecek, su, barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını diliyorum.
- psikolojik olarak sorunlu olan suçluların, kadına şiddet uygulayan erkek, çocuk istismarcısı vb. , hapse atılıp 1-2 yıl sonra çıkması yerine daha uygun cezalarla cezalandırılıp, psiklojik olarak tedavi edilmelerini diliyorum.
- tüm dünyada sanatın tüm dallarına daha çok değer verilip, tüm gelir grubundaki insanlar için kolay ulaşılabilir hale getirilmesini, bu sayede daha sağlıklı nesiller yetişmesini diliyorum.
- tüm insanlarda yüksek bir doğa bilinci gelişmesini, tek bir yaprağın bile dünya üzerindeki varlığımız için ne kadar önemli olduğu bilincinin özellikle çocuklara verilmesini diliyorum.
- son iki dileğimi gerçekleştirecek en kolay yolun tv olduğunu düşündüğüm için tv'lerde çocuklar için kaliteli programlar, misal susam sukağı, ve çizgi filmler yapılmasını, cartoon network'un acilen kapatılmasını ya da bakugan'ı artık anlayabilmeyi diliyorum.
- hayatın hızlı yaşanıp gitmemesi ve zamanın daha yavaş akmasını diliyorum.

aşağıda da şahsi dileklerim var. pinocuğumun dilek listesinin siyah-beyaz çıktısını alıp, siyah-beyaz tarayınca güzelim liste bu hale geldi. bir de bu liste bana yetmedi be pinocum. neyse yeter bu kadar dilek. evreni hep kendimizle meşgul etmeyelim değil mi? :))


her kim bu yazıyı okur ve dileklerini yazmazsa 2012 yılında onu keçiler kovalasın.

27 Aralık 2011 Salı

güneş



öfff çekil başımdan diyorum güneş, biraz daha uyumak istiyorum diyerek yorganı başıma çektim. gözüme gözüme girmese olmaz sanki. izin verseydin de biraz daha uyusaydım. sürünerek kalktım yataktan, yine sabah oldu, yine işe geç kaldım, yine saçmasapan bir gün başlıyor diyerek, çalmayan telefon alarmına pis bir bakış fırlattım. dışarısı buz gibi galiba, yataktan çıkınca üşüdüm, sırtıma yeleğimi aldım. ancak gözüme girip beni uyandırmaya yararsın biraz da havayı ısıtsana diye güneşe saydırmaya devam ettim. ayaklarım beni hemen banyoya götürdü, yüzümü yıkarken dondum, keşke biraz suyu akıtıp ısıtsaydım sonra yüzümü yıkasaydım diye kendime kızdım. aynadaki aksimi görünce birden kendimden korktum, sanki biri gelmiş gece sabaha kadar saçlarımı karmakarış hale getirmek için özel olarak uğraşmış. kuaförlerdeki o beceriksiz çıraklardan biri tiftik tiftik yolmuş gibiydi saçlarımı. hızlı hareketlerle taradım ve orasına burasını tokalarla tutturarak mümkün olduğunca ehlilleştirmeye çalıştım. olmadı, tutmadı tokalar, düzelmedi saçım. ben tokayla hapsetmeye çalıştıkça başkaldırdı saçlarım. içimden bir ses, al makası tut, kes kes at dedi. kahvaltıya zaten vakit yok,hemen giyinip çıkmalıyım. siyah eteğimi giydim fermuarı kapanmadı, hemen çıkarıp dün giydiğim eteği geçirdim üzerime. bugünlerde yine aburcuburu abarttım kesin 5 kilo aldım. çorabımı giyerken kaçırdım. yeni bir çorap bulup giyinip paldır küldür çıktım evden. hay allah’ım ya bu giden benim otobüsüm, ş…siz şöför görüyorsun işte koştuğumu iki dakka beklesene be adam.koşarken de ayakkabımın topuğu kırıldı iyi mi? bir sonraki otobüs 20 dk sonra, beklersem işe iyice geç kalırım. en iyisi taksi çağırayım. inanamıyorum ya, telefonun alarmı tabi çalmaz çünkü şarjı bitmiş, bu demek oluyor ki taksi de çağıramayacağım, işyerini arayıp ben geciktim de diyemeyeceğim. hazır telefonum da yokken kayıplara mı karışsam. bugüne hiç başlamamış olsaydım. keşke hayatı başa alıp yaşama şansım olsaydı.


A Y N A
A N Y A



güneş uyandırdı bugün beni, sıcacık eliyle yanağıma dokundu ve buz gibi havada içimi ısıttı. kedi gibi gerindim ve gülümsedim güneşe. günaydın dedim, perdenin arasından kendine yol bulup odama dalan ışık hüzmelerine. pencereden dışarı baktım, karların üzerinde parıldayan güneşi selamladım. bu soğuk havada dışarda olan insanları düşündüm, yüreğim sızladı, sıcak bir evim olduğu için şükrederek banyoya gittim. buz gibi suyla yüzümü yıkayınca kendime geldim, alarmım çalmadığı için otobüsle işe gidersem çok geç kalacağımı düşünüp, bugün biraz müsriflik yapıp taksiyle işe gitmeye karar verdim. ara sıra insane kendini şımartmalı. nasılsa daha vaktim var diyerek karmakarışık saçlarımı suyla ehlilleştirmek için duşa girdim. meğer onların da tüm istediği suymuş, ıslıkla şarkı çalarak sıcak suyla iliklerime kadar ısındım. banyodan çıkıp bugün ne giysem diye düşünürken elim dolaptaki pantalona gitti, sevmiyorum zaten etek giymeyi, bu soğukta etekle de üşürüm zaten. hem etekle botlarımı giyemem, bugün canım topuklu ayakkabı giymek istemiyor. botlarımı giyersem öğle tatilinde yürüyüşe de gidebilirim. evet evet pantalon iyi seçim. evden çıkmadan kendime güzel bir tost yaptım, cep telefonumun şarjı bitmiş, şarj cihazımı da çantama attım, ev telefonundan taksiyi çağırdım, tostumu alıp,işyerinde çayımla gazeteleri okurken tostumu yedim. günün güzel olacağı sabah odama konuk olan güneşten belliydi.

21 Aralık 2011 Çarşamba

mesela!!!




sabah sabah geldim yine bu lanet olası işyerine. minnacık hayatların kendini pek orijinal sanan insanları, pek zekice sandıkları konuşmalarıyla iyice sündürüyorlar günü. birden kalkıp "baltalı ilah" tarzında saldırasım var üstlerine. telefonun ahizesini ısırıp, dosyaları kolumla masadan şööylemesine sıyırıp çıkıp masanın üstüne şakkıdı şukkudu oynamak geliyor içimden. şimdi şuracıkta aniden ve büsbütün delirip olayı toptan koparasım var.


nasıl da normal bir kişiymiş numarası yapıyorum. ben aslında işlerden değil de bu "normal" insan kılığında dolaşma mecburiyetinden ötürü yoruluyorum.



karar verdim, bugün ben bütün sorulara "mavi" diye cevap vereceğim:

-bu etek nasıl durmuş sence?

-mavi!

-müdür bana bu sabah günaydın dedi, sence neden?

-mavi!

-hayırdır, neyin var?

-mavi!


tıpkı cenab şehabeddin'in oğlu gibi. hayatı boyunca sadece sigara içip ne sorulsa "fasulye" demiş adam, başka da bir şey dememiş. herhalde "ben size bulaşmıyorum siz de bana bulaşmayın" manasında. sonra hastanede serum takmaya kalkmışlar koluna, daha çok yaşasın diye. ilk kez o zaman konuşmuş:

"ben bir daha bu hayatı yaşayacaksam yaşamk istemiyorum!"


"fasulye"den anlamayanlar için bazen ayrıca açıklama yapmak gerekebiliyor tabii...


esasında benim bugün faturaları değişik modellerde kağıt uçak yapasım var. doğalgaz faturasından savaş uçağı, su faturasından boing 721. kayınvalidemlerin kapısının önünden geçerken "sen kimseyi sevemezsiiiin, sevmeyeceksiiin" şarkısını söylemek istiyorum. otobüste görüp yaşamını merak ettiğim kadını takip edip nerede ve nasıl yaşadığını öğrenmek, birden kapısını çalıp, bugün akşam yemekte ne var demek, yemekten sonra çaylarımızı yudumlarken artık patateslerin de eski tadı kalmadı diye sohbet etmek, aynı saç rengi ve aynı makyajlı, aynı ifadeli genç kızların niye birbirlerine benzemeye çalıştıklarını yolda onları durdurup sormak ve komik göründüğünüzün farkında mısınız diye haykırmak istiyorum. dolmuşta, otobüste, önümde oturan kadının parlak, canlı ve sağlıklı saçlarına hasetle dokunmak ve hatta saçını çekmek istiyorum. işimin tam ortasında çok sıkıldım diyip hop diye masamdan kalkıp 10-15 kez ip atlayasım var.


bugün benim, oğlumun aklına tuhaf fikirler sokasım var. iyi bir çocuk olursan gerçekten ormanda şirinleri görebilirsin. televizyonun içinde gerçekten küçük adamlar var. diş perisi, noel baba, iyilik perisi, cüceler hepsi gerçekten var. senin annen bir melek yavrum diyesim var.

ne sanıyorum ki! sonunda biri gelecek "çok tebrik ediyoruz sizi! bugüne kadar canınızın istediklerini değil, yapmanız gerekenleri yaptınız. bu sebepten sizi şimdi ödüllendiriyor ve harcanmış zamanlarınızı geri veriyoruz!" mu diyecek?

tam şu anda, ben tam da canımın istediği hayata başlasam. masamdaki dosyaları elime alıp para saçarmış gibi etrafa saçsam, bir dosyayı sormaya gelen müdürümün elinden tutup söylediğim şarkıda beraber dans etsek, o bir dünya para verip aldığım göz kalemleriyle yanağıma çiçek, göz kapağıma bir arı resmi yapsam, canım pijamalarımı çıkarmak istemediğinde pijamalarımla işe gelsem mesela...ya da canım flamenko öğrenmek istediği için atlayıp endülüs'e gitsem. yıllar sonra bir zebellah gelip "ho ho ho canının istediğini yaptığın için şimdi ızdırap içinde bir yaşlılık geçireceksin" mi diyecek?


saçma!!!

(sevdiğim bir dostumun armağanı olan ece temelkuran'ın içeriden kitabından cümleleri yine o sevdiğim dostuma öykünerek kendime uyarladım. olmuş mu?)

iyileştirici romanlar



Edebiyatın ‘iyileştirici’ niteliğinden yola çıkan bir grup bilim insanı, nitelikli romanların insan beynini geliştirip keskinleştirdiğini, sosyal bağları güçlendirerek kişiliği değiştirdiğini ve ilişki kurmayı kolaylaştırdığını ortaya koydu. Toronto Üniversitesi öğretim üyesi psikiyatr Keith Oatley ve Ingrid Wickelgren tarafından Scientific American’da yazılan makaleye göre, roman kahramanlarıyla özdeşleşmek, hem hayal dünyasını zenginleştiriyor hem de sosyal bağları güçlendiriyor.Nitelikli bir roman, bu etkileriyle insan beynini de keskinleştiriyor ve insan davranışlarına ilişkin sağlam ipuçları veriyor. İki bilim insanı, insan beynini en fazla geliştiren 10 romanı da tespit etmişler.



Listede yer alan 10 roman


Johann von Goethe / Genç Werther’in Çektikleri (1787)
Jane Austen / Aşk ve Gurur (1813)
Nathaniel Hawthorne / Kırmızı Leke 1850
Gustave Flaubert / Madam Bovary (1856)
George Eliot / Middlemarch (1870)
Leo Tolstoy / Anna Karenina (1877)
Virginia Woolf / Bayan Dalloway (1925)
Toni Morrison / Sevgili (1987)
J.M. Coetzee / Utanç (1999)
Muhsin Hamid / Gönülsüz Köktendinci (2007)



ben bunların hiçbirini okumadım :(( beynim az mı gelişti yani.



neyse anna karenina'ya başlamıştım. zararın neresinden dönersem kar :))

19 Aralık 2011 Pazartesi

gezi kitabı

antalya'ya gideceğim zaman bavuluma atmak üzere başucumdaki kitaplara şöyle bir baktım.akşamları otel odasında okumak için içlerinden birini seçip götüreyim, hem de o da görsün antalya'yı diye düşündüm. içimden anna karanina geçti, hem de okumak için bulacağım zamanla 1000 sayfanın üzerindeki kitabı belki yarılarım diye düşündüm.ama o kalın kitabı bavuluma koyup kendime yük etmek istemedim. kütüphaneme şöyle bir göz gezdireyim dedim ve ilk bakışta gözüm onun üzerine kilitlendi. engin geçtan'ın yıllar önce insan olmak isimli kitabını okumuştum. engin geçtan bir psikolog, aynı zamanda roman da yazıyor. elime aldığım evimdeki ikinci engin geçtan romanıydı. bir diğeri başucumdaki kırmızı kitap'tı. madem engin geçtan okuyacaksın kırmızı kitap'ı götür ve onu oku bitir dedi egom. ama kalbim elimi ona doğru uzattı, vazgeçemedim ve attım kızarmış palamutun kokusunu çantama.

"insan hiçbir şeyi bıraktığı yerde bulamıyor, kızarmış palamutun kokusunu bile."

yazıyordu kitabın arkasında. uzun yıllar amerika'da yaşamış ve yıllarca hiç ülkesine dönmemiş, dönememiş bir türkün istanbul'da çocukluğunun,gençliğinin, aslında kendi varlığının izlerini sürmesi üzerineydi kitap.

olaylar kahramanımızın istanbul'a gelişiyle başlıyor, kalacağı otelin giriş kapısında biri vuruluyor. sonrası film gibi. kahramanımızı bizans zamanında, osmanlı döneminde ve günümüzde istanbul sokaklarında görüyoruz kah erguvan moru bayrakların, kah erguvan moru elbiseli bir kadının peşinde dolaşırken.

kitabın kahramanı istanbul sokaklarında dolaştıkça ben de antalya'nın ara sokaklarını keşfetmek için yoğun bir arzu duydum ve tek başıma attım kendimi sokaklara. özellikle gece saatlerinde kale içinde gezerken adeta istanbul'un arka sokaklarında geziyor gibiydim. keşke daha cesur olsaydım ya da yanımda biri olsaydı da daha ara sokaklara girebilseydim.

ece temelkuran gibi engin geçtan'ın kahramanı da insanın tek bir hayatı olması, tek bir zamanda yaşaması haksızlık diyor ve zamansız olmayı diliyor. mekanlar ve zamanlar arasındaki seyahatlerde geçişler arası takılabiliyor insan. ara vererek okunmaması gereken bir kitap. okurken bu kitaptan çok güzel film olur diye düşündüm sık sık.

altını çizdiğim o kadar çok cümle oldu ki kitapta. ama hiç birini buraya yazamayacağım, çünkü çok sevdiğim birine hediye ettim kitabı. kitapta beni etkileyen çok cümle var, beni en çok düşündürense kitabın bir bölümünde görünmez olan kahramanımızın kurduğu aşağıdaki cümle.

"...namevcutluğun hüznü, yerini , insanları onların haberi olmadan gözleyebiliyor ve dinleyebiliyor olmanın üstünlüğüne bırakıyor. bir şeyi kaybedince bir başka şeyi kazanıyor olduğuna inanmak, insan denilen mahlukun kendine karşı çevirdiği hilelerin en acımasızı olmalı."

ben de sık sık görünmez olmayı hayal ederim. hem orda hem de orda değil.

bazen de insanların düşüncelerini okuyabiliyor olduğumu düşlerim.

ara sıra da eğer ben dünyaya hiç gelmemiş olsaydım dünya nasıl olurdu diye düşünürüm. tıpkı frank kapra'nın muhteşem filmi şahane hayat'taki gibi.

16 Aralık 2011 Cuma

pbk'lı günler diliyorum



insan 10 gündür hasta olur mu?bu nasıl bir griptir, tam hah kurtuldum bugün iyiyim diyorsun.ertesi gün virüsler gelip bütün solunum yollarını tıkıyor.nefes al, alabilirsen. dün sonunda iyileştim galiba derken bugün sabah nefes alamaz halde uyandım. işyerinde de herkesin elindeki iş hafiflemişken ben de gülle gibi bir iş var ki sorma gitsin. ne yapalım, eşek olunca semer vuran çok oluyor. sabahtan beri, lodos dışarda ve vücudumun her karesinde uğuldarken aklımda olan tek şey akşam eve gidip pijamalarımı giyip uzanmaktı. bugün akşam pijamalarımı giyip pazartesi günü üzerimden çıkarmayı düşünüyorum. hatta yemek falan da yapmayıp pizzayla falan günü kurtarabilsem süper olur. bütün hafta sonu battaniye altında uzanıp kitap okumak istiyorum. içimdeki ses bak o zaman iyileşeceksin diyor. evde bir sürü film var, belki bir iki tane de film izlerim.



şimdi dışarda yağmur var, şemsiyem yok. eve giderken yine ıslanacağım. öfff, keşke hasta olmasaydım da yağmurun tadını çıkarsaydım. neyse pijama-battaniye-kitap'lı bir hafta sonu olması dileğiyle bir güzide çalışma haftasını daha bitirip, çabucak gelip geçen haftasonu günlerine balıklama dalalım. dua edin de çabuk iyileşeyim, elimdeki işi bir an önce bitirsem de yeni yıl heyecanına dalabilsem artık.

15 Aralık 2011 Perşembe

bak ne olmuş



benim üniversiteyi kazandığım dönemdeki dokuz eylül üniversitesinin tınaztepe'deki kampüsü gibi ıssız bir yerde bir başına bir binada eğitime göndermişler n. ile beni. ders bitiminde eve gitmek için çıkıyoruz binadan,otobüse binmek için geçmemiz gereken yola dört katlı bir bina yüksekliğinde inşaat kumu dökmüşler.geçiş yolumuz tamamen tıkalı.sadece kenarda bir insanın geçebileceği genişlikte bir yol açmışlar,ordan da karşı yönden sürekli olarak garip tipli erkekler geliyor.bir süre sıranın bize gelmesini bekliyoruz,ama sıra bir türlü bize gelmiyor.en sonunda dalıyoruz adeta ters yöne girmiş araçlar gibi.sürtüne sürtüne,itişe kakışa ilerliyoruz.kumu geçip açığa geldiğimizde çantamı açıp içinebaktığımda bütün paramın çalınmış olduğunu görüyorum.parayı önemsemiyorum.cüzdanım ve diğer şeyler çantamda.o sıkıntılı durumdan kurtulmuş olmanın mutluluğuyla belediye otobüsüne biniyoruz. aslında izmir'deyiz. geçerken varyant'ın arka sokakları olduğunu düşündüğüm bir yerde üzerinde pera palas yazan aynı istiklal caddesindeki gibi oymalı süsler bulunan çok katlı tarihi bir bina görüyorum. o binayı gördükten sonra birden akşamın alacakaranlığı çöküyor.içime yerleştirdiği sıkıntıyla birlikte.

n.nin evindeyiz. yatakta oğlu oyun oynuyor.onu evine bırakıp çıkıyorum. yol boyunca yürüyorum.yol kenarlarında öbek öbek koyu renkli, kötü kokulu küller var. bir kadın her kül öbeğinde durup bir parça külü iki parmağı arasına alıp kokluyor.dikkatle ne yaptığını izliyorum. birden durup bana dönüyor ve "kükürt kokuyor, tıpkı yakılmış insan bedenleri gibi" diyor. irkilip hızla ordan uzaklaşıyorum.



eski bir çarşıdayım.küçük dükkanlar var. nal yapan,keçe yapan, çan yapan dükkanlar. çarşı osmanlı döneminden kalmış gibi. kendi kendime kemeraltı'nda ne değişik sokaklar varmış burayı ilk defa görüyorum diyorum. her dükkanın önünde kocaman köpekler var.köpekler beni izliyor, hiçbiri havlamıyor.



bir kırtasiyedeyim. hani okul kenarlarında olan ıvır zıvır herşeyi satan tipte bir dükkan.önce 10 tane çokomel alıyorum.sonra beyaz kağıt almaya karar veriyorum ve 4 adet kağıt istiyorum. adam kağıt topundan 4 adet kağıdı veriyor.kağıtların hepsinde yazılar var veya çizgiler.boş kağıt istediğimi söyleyip kağıtları geri veriyorum.adam uzun süre arıyor,ama bütün kağıt topunun içinde bir tane bile temiz beyaz bir kağıt bulamıyor. kızıp çokomelleri de bırakıp çıkıyorum dükkandan.

rüyalarda mekanlar, rüyanın kahramanları ne kadar çabuk değişiyor. dün gece tüm bu yazdıklarımı arka arkaya gördüm. rüyadayken ardarda olmaları mantıklı gibiydi. yani ben az önce başka bir yerdeydim şimdi niye burdayım diye düşünmüyor insan. sabah olduğundaysa düşününce saçma geliyor. bazen kafamı bir soru kurcalıyor. ya aslında bizim uyanık olduğumuzu sandığımız zaman aslında rüyadaysak. yani rüyalarımız gerçek, bizim gerçek sandığımız yansımalarsa.



dün gece garip, iç sıkıcı rüyalar gördüm. sebebi belki de yatmadan önce çok ağlamış olmam olabilir. ya da yeterince ağlayıp içimin tortularını temizlememiş olmam da olabilir.

ben kendime küçük mutluluk alanları yaratmaya çalışırken oyun alanımı bozmaya çalışanlara rağmen inadına mutluyum. ben dün koroda bu şarkıyı öğrendim. tek başıma asla söyleyemem,ama koroda söylüyorum. bir de bloga video eklemeyi öğrensem süper olacak.

imaj

güzel resim yapabilmek isterdim. bu konuda yetenekli olan insanları kıskanıyorum. müzikle uğraşanlar ve çizim yapabilenler, sizi kıskanıyorum. bazen bildiğim sözcükler kendimi ifade etmeme yetmiyor.

iki aydır kaşlarımı aldırmadım. frida'ya benzedim.


dış görünüş benzeyince yetenekleri de bana geçer mi acaba diye beklemedeyim...



14 Aralık 2011 Çarşamba

kim anne belli değil!



dün akşam iş çıkışı arkadaşla alışveriş merkezine gidip yılbaşı için hazırlıklar başlamış mı ortalık ışıl ışıl olmuş mu,yeni şeyler gelmiş mi diye bir bakalım dedik.öyle çok fazla değil bir saat falan gezer döneriz diye düşündük.eşimi arayıp haber verdim.o da biraz gecikecekmiş,tamam dedi. saat 8'de telefonum çaldı.kayınpederim arıyor.telefonu açtım, "anne sen nerdesin?" diye çemkiren bir bıdık. eve gitme saatim geçmiş. tabi ya benim asıl arayıp haber vermem gereken bıdığımdı nasıl oldu da unuttum. ben biraz gecikeceğim anneciğim dedim. öf yaa diyerek kapadı telefonu. nasıl bir mahcubiyet çöktü üzerime anlatamam. kendimi annesine yalan söyleyip gezmeye gitmiş,sonra da yakalanmış ergenler gibi hissettim. saat 8.30 gibi eşim aradı, oturduğunuz yerde kalın biz geliyoruz diye. bekledik artık, şaraplarımızı yudumlamaya devam ederek. gözleri ışıl ışıl geldi benim bıdık.hemen sohbete girişti, yarım saat önce beni azarlayan o değil sanki. neyse ben de bozuntuya vermedim. sonra onun da gönlü olsun diye oyun parkına götürdük ve sakızmatiklerden o kocaman sakızlardan aldı. yeşil sakız düşümüş şansına,anne bak para çıktı diye seviniyor. pek paragöz oldu bıdık.sakızı ısırırken sallanan ön dişi çıkmaz mı?yaşasın diş perisi yine para getirecek diye bir kere daha sevindi. toplam 6 tane dişi düştü.büyüdü mü ne? :( o dişinin kanayan yerine peçete bastırmaya çalışırken ben "ay iyi ki kendisi çıktı ben hayatta çekemezdim" dedim."ne var anne çekiyorsun çıkıyor" dedi.



o mu büyük ben mi anlamadım gitti!!!

13 Aralık 2011 Salı

hastayım

öksürürken ciğerlerim sökülüyor. bu ne biçim hastalık anlamadım gitti. öksürmekten boğulacağım, ara sıra nefesim kesiliyor.henüz doktora gitmedim.evdeki ilaçlar, ıhlamur,ballı zencefil gibi doğal ilaçlarla çözüm bulmaya çalışıyorum. bu kadar öksürürken çalışmak pek kolay olmuyor.

aslında geçen haftadan beri hastayım. cumartesi günü aşure yaptım, pazarda temizlik.yatıp dinlenmem gerekirken bünyeyi daha fazla yorunca, o da al sana iş dedi ve dünden beri boğmaca olmuş gibi öksürüyorum.

eve gidip yatsam bakacak kimse yok.burda en azından çaycı abla ıhlamur falan yapıyor. annemi istiyorum. :((

12 Aralık 2011 Pazartesi

hala mı evet!

Atatürk, ''Türkiye Cumhuriyeti; Şeyhler, aşiretler, dervişler, mollalar Cumhuriyeti olmayacaktır'' dedi, Tekkeleri, Zaviyeleri ve Mason Locaları'nı kapattı!

sabah gazetede okuduğum habere ne demeli.şöyle ki :

Diyanet’te ‘Mele’ dönemi

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, doğu ve güneydoğu illerinde toplumda sözü geçen, saygınlığı olan ‘mele’ denilen kişilerin sınavda başarılı olmaları kaydıyla, sözleşmeli imam hatip olarak Diyanet İşleri kadrosuna alınacağını belirtti. Bozdağ, “Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik kadro öngördük” dedi.

DİYANET İşleri Başkanlığı, doğu ve güneydoğu illerine yönelik yeni bir proje başlatıyor. Diyanet, bölgede ‘mele’, genelde ‘molla’ denilen ve taşrada vatandaşların din konusunda görüşlerine başvurduğu isimleri kadrolarına katacak. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Bu kişileri analiz ettik. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülük denetiminde yararlanmak istiyoruz” dedi. Bozdağ, “Diyanetin 2012’ye yönelik en önemli projesi” olarak değerlendirdiği çalışma hakkında şunları söyledi:Bir kez 1000 kadro“Doğu’da mele, bizim bildiğimiz tabirle molla denilen din eğitimi almadığı halde din bilgisi olan, toplum tarafından saygı gören isimler var. Bu kişilerden Diyanet Başkanlığı olarak istifade edebilmek için daha önce çıkardığımız kanun hükmündeki kararnamede bir düzenleme yaptık. Bu tip kişilerden, Diyanet tarafından yapılacak sınavda başarılı olmaları kaydıyla sözleşmeli imam hatip olarak yararlanmak istiyoruz. Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik bir kadro öngördük. Yaptığımız hesaplamalar 800 civarında ihtiyaç olduğu yönünde.

”Caferi hocalar alınacak“

Örneğin Iğdır ve Ardahan bölgesinde Caferiler var. Onlar arasında halk tarafından sevilen din adamları var. Onlardan da Diyanet olarak yararlanmak istiyoruz. Bir yılda bu kadroları toplumda sayılan, sevilen din adamları için kullanmayı düşünüyoruz. 4/B kapsamında sözleşmeli olarak görev yapacaklar. Sınavı Diyanet İşleri Başkanlığı düzenleyecek ve bu sınava girmek için yaş sınırı olmayacak. Gerekli analizleri yaptık. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülükler denetiminde yararlanmak istiyoruz. Başkaları tarafından kontrol edilmeleri de böylece önlenecek. 6 ay hizmet içi eğitime tabi tutulacaklar. Doğu illerinde imam açığımız var. Atamaya rağmen gitmeyenler oluyor. Açığı da bölgenin insanlarından gidermiş olacağız.

”Türkiye’yi tanıtma projesi“
Süren bir başka projemiz daha var. Özellikle doğu illerinde görev yapan imam ve hatiplerin bulundukları illerin dışına neredeyse çıkmadığını tespit ettik. Şimdi batıdaki illerimizde bu kişileri hizmet içi eğitime alıyoruz. Seminerler, geziler düzenleniyor. Bulundukları bölgenin dışındaki hayatları ve insanları da tanımalarını istiyoruz.

”Toplumun ileri gelenleri"
KURAN’da geçen bu kelime, toplumun ileri gelenleri, görüşlerine başvurulanlar, kendileriyle istişare edilenler, yönetici sınıf anlamlarına geliyor. Toplumların yapısına ve kabul ettikleri değer yargılarına göre ‘mele’ grubu farklı farklı olabiliyor. Maddeyi çok yüce sayan toplumlarda sermaye sahibi zenginler, devlet erkini önemseyen toplumlarda devlet adamları, faşist yönetimlerde tiranlar, askeri rejimlerde diktatörler, demokratik toplumlarda siyasetçiler, bürokratlar veya aydınlar olabilir. İslam toplumlarında mele grubu daha çok âlimler ve faziletli insanlar için kullanılıyor. ‘Melee’ kökünden türeyen bu kelimenin bir anlamı da ‘doldurmak’. Gözleri, manzaraya, güzelliğe, yüceliğe doldurmak bu kelime ile ifade edilir. Mele, “ileri gelenler, toplumun önünde olan kimseler” anlamına da geliyor.


KAYNAK: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19443417.asp

benim vergilerimle mollalara maaş ödenecek.

pes diyorum.pes...

9 Aralık 2011 Cuma

ilmik



Duvardaki catlaktan bakan fare, çiftlik sahibi ile karisinin bir paket actiklarini gordu .



"Icinde yiyecek mi var?'" derken


Bir baktı ki fare kapanı!!.



Hemen bahceye kosup, alarmı verdi :


Evde kapan var! Evde kapan var!'



Tavuk gıdaklayıp , kafayı kaldırdı ve, 'Bay fare", bu sizin için ciddi bir sorun olsa da şahsen, beni ilgilendiren bir tarafı yok ne yazık ki!



Fare dönüp bu sefer domuzcuğa, "Evde kapan var, evde kapan var"! dedi. Domuzcuk konuyla ilgilendi ama, kendi hesabına 'Üzgünüm bay fare, vah, vah emin ol senin için dua edeceğim" dedi.



Fare bu kez öküze yöneldi: "Evde kapan var!" "Evde kapan var!" diye bağırdı nefes nefese.



Öküz: 'Wow, Bay Fare, Senin için üzüldüm, ama burnumu sokacağım bir şey değil.' dedi.



E farenin de başını eğip, gitmekten başka çaresi kalmamıştı... yalnızlık ve terkedilmişlik hisleri içinde, fare kapanı ile artık....tek başına başa çıkmaya çalışacaktı!.



O akşam evde, alışılmamış bir ses duyuldu. Sanki bir kapan, avının üzerine kapanmıştı. Sese koşan çiftçinin karısı, karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğu kaptırdığını görmemiş. Yılan da onu ısırmıştı. Çiftçi karısını hastaneye koşturdu, Karısı eve ateşli döndü. E ateşli insana ne verilir?? Sıcacık bir tavuk çorbası!!!. Tavuk acilen pişirilmiş! Ama kadın hala iyileşmiyormuş, Eee... eş dost ahbap, gelince hasta ziyaretine, çiftçi de sofraya domuzcuğu çıkarmak zorunda kalmış!!!. Ama çiftçinin karısı iyileşmemiş; ölmüş!!!!!. Aman ne kalabalık gelmiş cenazeye, ne kalabalık!!! Bu sefer de konukları doyurmak için kesilen öküz olmuş.... Fareye de olan biteni deliginin ardindan izlemek kalmis!....



*** Onun için bir daha, seni ilgilendirmeyen bir sorun karşına çıkarsa... bir düşün!!!


---- Birimiz tehdit altındaysak, hepimiz risk altındayız. Bu hayat denen yolculukta birlikte yol almaktayız.Birbirimizi kollayıp, güç ve güven paylaşmalıyız.

UNUTMA. . . . . .


HEPİMİZ, BİRBİRİMİZİN HALI TEZGAHINDA HAYATİ ÖNEMİ OLAN İPLİKLERİZ!!!!


VE ŞÖYLE YA DA BÖYLE, HAYATLARIMIZ BİRLİKTE DOKUNUYOR.

6 Aralık 2011 Salı

kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına




otobüs durağında beklerken gözüm takılıyor ona, rüzgarın önünde salınarak uzaklaşıyor doğup büyüdüğü ağaçtan. ilk tomurcuk hali, yaşamının en parlak, en yeşil, en yaşam sevinci veren kokulu hali o ağacın, o dalında. şimdiyse artık yeşilden turuncuya, turuncudan mora ve sarıya çalan bir renkte, artık ilk gençliğinin o delişmen kokusu yok üzerinde, burnuma gelen yaşanmışlığın o oturmuş kokusunu bırakarak ardında kendini bırakıyor rüzgara. yeni yerler görmek, yeni bir toprağa ayak basıp, hayatının yeni evresine başka bir yerde başlamak için bırakıyor kendini rüzgarın kollarına. bir yaprak olsaydım, sararıp solduğumda ağacımın dibine düşmek, ömrümün sonunu doğup büyüdüğüm ağacın dibinde geçirmek istemezdim, kendimi bırakırdım rüzgara diye düşünüyorum. dalından düşmek için lodos bekleyen yaprakları takdir ediyorum. lodos kuvvetli bir rüzgardır, sıcak, güçlü, ama boğucu…aldığını uzak diyarlara götürür.
geçen hafta ani bir kararla iki gün izin alıp antalya’ya beni götüren de içimde esen böyle bir lodostu. eşim iş için antalya’daydı, pazartesi sabahı bir arkadaşımın da perşembe günü antalya’ya gideceğini öğrenince birden ben de gitmek istiyorum dedim ve salı sabahı once işyerimden izin aldım, öğlene kadar feribot ve uçak biletimi almış, kalacağım otelde yerimi ayırtmıştım. kayınvalidemlere ve oğluma iş için istanbul’a gidiyorum dedim. perşembe akşamı saat altıda antalya’daydım. otel odasında kendime inanmayarak oturdum öylece. sonra üstümü değiştirip şehri keşfe çıktım. hava karardığı için nerede olduğumu pek anlamasam da yaklaşık iki saat boyunca antalya sokaklarında yüzümde koca bir gülümsemeyle kah kimseninin görmediği yerlerde gövdelerine sarılıp yapraklarını sevdiğim turunç ağaçlarına kah tanıdığım ama gece karanlığında ne olduğunu kestiremediğim yapraklarını dökmemiş ertesi sabah benjamin olduğunu anladığım ağaçlara bakarak yürüdüm. açlıktan midemin kazınmaya başlamasıyla önüme gelen ilk yere oturup birşeyler yedim. restaurantta beni sürekli elektrikli ısıtıcının altına oturtmaya çalıştılar,ama ben üzerimde sadece bir hırka olmasına rağmen üşümüyordum ve aralık ayının ilk günü, sokakta bir masada oturup etrafımı izleyerek yemeğimi yedim. eşimin işi geç bittiği için beni saat 11’de almaya geldi ve jolly joker diye bir bara götürdü. uzun zamandır canlı müzik dinlemek istiyorum diye başının etini yiyip duruyordum, al sana canlı müzik dedi. türkçe ve ingilizce rock şarkılar söyleyen çok eğlenceli bir grup çalıyordu. ben mandarinli absolute söyledim ve tadına bayıldım. grup mu çok iyiydi, ben uzun zamandır istediğim bir şeyi yaşıyor olmaktan çok mu mutluydum bilmiyorum, ama çooook eğlendim. eşim yorgun olduğu için 12.30 gibi kalkmak zorunda kaldık, ama o kısacık zaman bile bana yetti. beni otelime bıraktıktan sonra o da oteline gitti ve ikimiz aynı şehirde ayrı otellerde 2.30 gibi uykuya daldık.


ertesi sabah ağzımın suları akarak blogunda antalya fotoğraflarını seyrettiğim leylak dalı’yla saat 10’da buluşmak üzere sözleşmemize rağmen erkenden kalktım, perdeleri açtım, denizin mavisinin göğün mavisine karıştığı muhteşem bir sabaha uyandığımı hemen anladım. uzun süre gözümü ayırmadan denizi seyrettim ve dilek diledim. güneşle yıkanmak istiyordum, gözüm, gönlüm yeşile, maviye doysun, güzel bir sohbet eşliğinde deniz kenarındaki çay bahçelerinde kahve içeyim, çay içeyim miskin miskin denize bakayım istiyordum. giyindim, süslendim, leylak dalı kara kitabın aslında kara bir ruhu olmadığını görsün diye makyajımı yaptım, yüzümü renklendirdim. leylak dalı’yla buluştuk ve sanki benim ne istediğimi biliyormuş gibi başladık yürümeye, muhteşem bir gün geçirdik birlikte. öyle çok yürüdük ki, 86 kiloluk bedenimi taşımaktan ayaklarım helak oldu. ruhum yeşile, maviye, sohbete doydu. tüm kıyı şeridini, parklardaki heykellerin hepsini gezdirdi bana rehberim. aynı zamanda çok da güzel fotoğraflarımı çekti.gezmemizi güneşin batışını seyretmek için atatürk parkı içindeki nar bistro’da tamamladık. keyifli, şık bir mekandı. günü tamamlayıp evli evine köylü köyüne evi olmayan oteline diyip ayrılırken nar’da akşam canlı müzik olduğunu gördüm. otelime gidip saat 8’e kadar dinlendim, gitsem mi gitmesem mi, tek başıma eğlenebilir miyim diye düşünüp dururken yalnız değilim ki dedim. ben, keyfim ve kahyası üçümüz hazırlandık ve nar’da aldık soluğu.


o gün ve ertesi gün akşam buziki, yan flüt, saksafon ve gitar eşliğinde çok sevdiğim leona’nın narince-chardonnay şarabıyla birlikte bülent ortaçgil, yeni türkü, fikret kızılok şarkılarıyla ruhumu yıkadım müzikle.


bursa’nın rüzgarı lodostur, sıcak ve boğucu. antalya’nınsa poyrazı var, izmir gibi. üşüten, ama insanı kendine getiren, kulaklarını dondururken yaşadığını hissettirip dirilten. bu küçük gezi de bana tekrar yaşadığımı hissettirdi. yaşamak ne güzel şey! dünya ne güzel bir yer diyerek döndüm çok özlediğim oğlumun kollarına, kalbimi antalya’ya bırakıp. sözleştik kale içiyle mayıs’ta bu kez oğlumu da alıp gideceğim, tam turunçlar çiçek açtığında şehrin kokusuyla kendimden geçeceğim.

27 Kasım 2011 Pazar

can'ım

behzat ç.'yi izliyorum.zaten izlediğim tek dizi o.eşim seyahatte olduğu için oğluma öbür odada ejderhanı nasıl eğitirsin'i açtım onu izledi.biraz önce geldi ve çok uykum geldi dedi.yatağına yatırdım, üstünü örttüm.öptüm ve iyi geceler dedim. cd'yi kapatmak için odaya gittim.tv'yi kapatıp yanına gittiğimde baktım çoktan uyumuş bile. biz yetişkinler uyurken ne kadar şapşal bir görüntüye sahip oluyoruz.çocuklarınsa masumiyetleri, o mis kokuları,yanaklarının yumuşaklığı sanki katlanarak artıyor.uykudayken öpmeye koklamaya doyamıyor insan.

dün akşam eşim oğlumu yıkadıktan sonra banyoya onu almaya girdim.banyodaki aynada iki gülen yüz resmi vardı. :))

küçükken buğulanan camlara birşeyler çizmeyi çok severdim.gerçi hala da severim. evin buğulanan camlarına gülen yüzler, kalpler,kuş falan çizerdim.annem kızardı.camları kirletiyorsun diye. yağmurlu günlerde arabanın camları buğulandığında da çizerdim ya da yazardım cama.babam kızardı.camları kirletiyorsun diye. oysa ben severdim buğulanmış cama yazmayı.hatta soğuk kış günlerinde özellikle cama hohlar ve birşeyler yazardım. hatta bir keresinde cama mavi ay'ın kahramanları david kalp mady yazmıştım da annem çok kızmıştı.

banyo camındaki gülen yüzlerin fotoğrafını çektim o yüzden.ben kızmadım oğluma. kim bilir ne zaman çizdiği iki gülen yüz buharlanan camda tekrar kendini göstermişti. şimdi camlar her buğulandığında gelip gidip ben de gülümsüyorum o gülen yüzlere. gülen yüz çizmesi mutlu etti beni.çatık kaşlı, bükük dudaklı oğlum. aslında mutlu bir çocuk demek ki. bazen onun çocuk kalbi nelere kırılır bilemiyorum.acaba söylemek istediklerimi anlatabiliyor muyum?memnun mu annesinden diye merak ediyorum kimi zaman. bazen istediği şeyleri yapmadığımda kalbimi kırmak için sen berbat bir annesin falan diye mektup yazıyor bana. :)) eşim de anneliğimi pek beğenmez ama ben kendimi beğeniyorum. tabi ki hatalarım var. bazı zamanlar çok bunaldığım, ne yapacağımı bilemediğim oluyor. klasik anne kalıbının içinde olmak istemediğim için yadırgandığım oluyor kimi zaman. kayınvalidemin deyişiyle "analar neden yaşlanır" cümlesine karşı "anne olmak içindeki çocuğu tekrar hayata döndürür" diyorum.

eğlenceli bir anne sayılırım. kendi zincirlerimi kırabilsem içimdeki beni dışarı tam yansıtabilsem, çevremin bana empoze ettiği "olmam gerekenlerin" zincirlerinden bir kurtulabilsem daha da eğlenceli bir anne olacağım biliyorum. birlikte gülerken katılmak istiyorum, kitaplar hakkında fikir alışverişi yapmak istiyorum, birbirimize film önerelim, yeni ve güzel bir şarkıyı birbirimize heyecanla anlatalım istiyorum. ama mükemmel diye birşey olmadığını, annesinin kimi zaman yorgun,mutsuz da olabileceğini ya da yalnız kalmak isteyebileceğini de bilsin istiyorum. benim kendi özel alanıma saygı duysun,saygı duysun ki kendi özel alanı da olabileceğini öğrensin istiyorum.

nasıl güzel, nasıl masum uyurken. daha dün emzirdiğim bebeğim artık kendi çalışma planını yapıp ödevlerini o plana göre yapmaktan bahsediyor. doğuştan yüksek bilince sahip kendisi. tek bağımlılığı parmak emmek. ah o bal parmak yok mu, o bal parmak. ama kararlı onu da bırakacakmış kendisi.

tsm korosuna katıldım ya şu şarkıyı öğrenip oğlum için söyleyeceğim.

canımın ta içisin sen, nasıl severim bir bilsen...

25 Kasım 2011 Cuma

arkadaş ıslıkları*



dün akşam eve giderken birden canım çok un kurabiyesi çekti. un kurabiyesinin en güzeli ısırdığında alttan ve üstten yumuşak olup, diş izlerinin kaldığı, orta kısmının ise hafif kıtırdadığı un kurabiyesidir benim gözümde. yolumun üstündeki lüks ve iyi bir pastaneden un kurabiyesi aldım.kapısından çıkar çıkmaz kutudan bir kurabiye alıp ısırdım. ıı dedim, olmamış. gürmemisin kızım kara kitap bir ısırışta nasıl anladın diye güldüm sonra kendime. elimde kurabiye kutusuyla yürürken, aslında canımın kurabiye değil de kurabiye ve kahve eşliğinde güzel bir arkadaş sohbeti çektiğini farkettim. farkındalık güzel şey.o saatte ne arkadaş bulabilirdim sohbet edecek ne de sohbete zamanım vardı. evde beni ödev yapmak için bekleyen oğluşuma koştum. bir gün önce evde olmadığım için ödevlerini babası yaptırmıştı ya, lütfetmişti sağolsun.o yüzden dün akşam arkadaş sohbeti gibi bir lüksüm olamazdı. bundan böyle çarşamba akşamları tsm korusu çalışmasına gidiyorum da söylemesi ayıp. :)) ilk öğrendiğimiz şarkı aşk bu değil.



benim bet sesimden değil de burdan dinleyin efendim. koro güzel şey. sesinin güzel olmasına gerek yok. :))



dün akşam eve gittim oğluşla oturduk ödevlerin başına. neyse ki çok ödev vermemiş öğretmen.birileri şikayet mi etti nedir bu hafta daha az ödev veriyor. neyse biraz da ben minik ejderha kitabını okudum o dinledi. gözünle takip et anneciğim dedim. gözü el yazısına alışsın istiyorum. hala okumayı reddediyor,ama olsun, düz yazıları okuyor. kitap okumamız bitti, yattı uyudu.baktım eşim çoktaaaaaaaaan uyumuş. ben de aldım benek'in masalı'nı elime başladım okumaya. benek, barut ve bızt boyut kapısından geçip kar taneleri gezegenine gittiler. nihan'ım nasıl güzel betimlemişse ben de onlarla beraber üşüdüm, onlar çay içerken canım nasıl çay istedi anlatamam. şöyle dedim yukardaki gibi güzel bir çay olsa yanında da arkadaş sohbeti. o saatte ne çayı ne sohbeti... kapadım kitabımı yattım, belki dedim güzel bir rüya görürüm.



sabah yine uyanamadım, paldır kültür hazırlandım çıktım evden, az önde kendime güzel bir bardak çay alınca kar tanesi gezegeni geldi aklıma ve benek'in macerasının devamını daha çok merak ettim.



foto:leylak dalı'ndan (ç)alıntı :))

*orhan kemal'in bir kitabının ismi.yıllar önce sanırım lise çağlarında okumuştum.ne anlatıyordu hatırlamıyorum. hatırladığım kitaptaki gençler birbirini evden çağırmak için ıslık çalıyordu. bu da kitapta var mıydı,yoksa benim zihnim mi uydurdu onu da bilmiyorum.ama kitabı sevdiğimi, en çok da ismini sevdiğimi biliyorum.

21 Kasım 2011 Pazartesi

oburum

leylak dalı gibi iyi bir okur öve öve bitiremiyorsa mutlaka okumaya başlamalıyım dedim ve başucumdaki kitap yığınının içine dahil ettim.


halbuki geçen gün kendi kendime yeni kitaba başlamayacağım demiştim.

normal bir insan aynı anda kaç kitap okur? benim başucumda aşağıdaki tüm kitaplar var.






























tabi ki çooook uzun süredir hiç kitap bitiremedim. o gün akşam hangisine uygun bir psikolojim varsa onu okuyorum.günde yarım saatle 1 saat arası okuma zamanım olduğunu da göz önünde bulundurursak bu kitapları ne zaman okur bitiririm bilemiyorum. yıl sonuna kadar anna'yı bitirsem bari.




açgözlüyüm ben. geçen gün de evde kurşunkalemlerimi bir araya topladım. kurşunkalem sevdam şimdi oğlumun 1.sınıfa başlamasıyla onu bahane ederek had safhaya ulaştı. yaklaşık 30 farklı kurşunkalemim var.




artık yeni kitaba başlamamalı ve elimdekileri okuyup bitirmeliyim. yeni kalem almak da yok.

16 Kasım 2011 Çarşamba

yıldız tozu

dün akşam oğlum yanıma geldi ve minik parmaklarıyla dudaklarımı gülen ifade için yukarı doğru çekti. anne niye bu kadar mutsuzsun dedi. içim paramparça oldu.aklımdaki yüzlerce şeyi söyleyecek değildim ya aklıma ilk iş geldi.işte biraz canım sıkıldı anneciğim dedim. ne dese beğenirsin.

-benim de okulda canım sıkılıyor, ama gitmek zorundayız anne.

artık hayatta sırtım yere gelmez, benim artık dertleşecek bir oğlum var.

sırf onun hatırı için gülümsüyorum ve gerçekten de iyi geliyor.

hem Oscar Wilde'ın dediği gibi "Hepimiz bir bataklıkta yaşıyoruz, ama bazılarımız yıldızlara bakıyor."

ben içinde yaşadığımız bu bataklığa lanet edip tepindikçe daha derinlere batıyorum, birilerinin kafamı yukarı kaldırıp yıldızlara bakmamı hatırlatması gerekiyor. bu kez oğlum yüzümü tuttu ve kendine çevirdi. o benim kuzey yıldızım.

14 Kasım 2011 Pazartesi

demek istediğim

içim boş bomboş derken aşağıdaki şiiri okudum bugün ve aslında çok dolu olduğum için dilimin lal olduğunu, yüreğimdeki düğümlerin boğazımda boğum boğum olduğunu anladım. nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan, kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı. yaşamak bir can sıkıntısı...




Ve Güz Geldi Ömür Hanım


Ve güz geldi Ömür Hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım? Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış. Böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de? Yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından? Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece. Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür Hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa? Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre Yitikleri'nde önem kazanmaya... Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür Hanım? Susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür Hanım, şiiridir beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım Ömür Hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle? Kendilerinden olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten hele de güncel ve kof her zaman iyidir, düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de. Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile, bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz. Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak... Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir, ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, ağız dil vermez geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla. Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de... Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla. Yağmur dindi Ömür Hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyunu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa? Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür Hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki? Kimseler görmedi Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan garip bir gülümsemeyle yüzümde, incelik adına ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlarla çözdüm. Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür Hanım?

Şükrü Erbaş

ooo-out of order

bu blogun sahibi yaşama karşı ilgisini yitirdiğinden ve depresyonda olduğundan bir süre kulanım dışıdır.

4 Kasım 2011 Cuma

iyi bayramlar


Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...
Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...
Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.
Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle...
En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.
Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır.
"Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır. Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...
Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.
Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.
Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...

Can Yücel








1 Kasım 2011 Salı

öksürük



bıdığım hasta, karda yatmış gibi öksürüyor.



gerçi öksürüğün nedenini kendi ağzıyla itiraf etti.okulda 1.tenefüs kabanını giymeden bahçeye çıkmış.


bana böyle anlatıyor. dedesigile de demiş ki ben onu geçen gün yıkamışım ben banyoda olduğum için kendisi giyinmiş, saçlarını kurutma makinasıyla kurutmadığım için hasta olmuş.


cumartesiden beri gece öksürük bir tutuyor sabaha kadar uyanıp uyanıp uyuyoruz.



e yavru hasta olur da anne olmaz mı? tabi ki ben de hastayım.



dün akşam sana ıhlamur yapayım mı anneciğim dedim. istemedi. eşim de nane-limon yapsın annen limonata gibi içeriz dedi. nasıl olduysa kabul etti.



hemen koydum çaydanlığa bir tutam nane, üç dilim limon, aklıma barış manço'nun şarkısı geldi, zencefil katacaktım belki beğenmez diye vazgeçtim.öksürüğe ne iyi gelir diye düşündüm, biraz ayva doğradım içine.sonra bir taşım kaynatıp, çok az bekletip bardaklara boşalttım.onunkine üç kesme şeker attım.bal koysam bahane bulur içmez diye şekerle tatlandırdım. ılık olsun diye üzerine soğuk su ekledim. bulabileceği bütün bahaneleri bertaraf ettiğimi düşünerek zafer kazanmış savaşçı edasıyla bardağı verdim eline. bir bardak eşime bir bardak da kendime doldurdum. benimki şekersiz, bir yudum aldım, limonun hafif ekşiliği dışında leziz olmuş. bıdık da bir yudum aldı ve beni dumur eden cümleler sarf etti.



-anne o kadar uğraştın bunu mu yaptın. yazıklar olsun sana. içmiycem ben bunu.



içsen şaşardım zaten yer cücesi.sonra gece uyanıp ağlamaklı sesinle anne bu öksürüğü nasıl geçirmeli diye benden medet umarsın ama...

27 Ekim 2011 Perşembe

hayalperest



Ben şiirim

Şairini yakalamayı bekleyen.

Cevapları olan

Bütün soruları

Ben sorarım.

Kimseyi seçmem.

Herkesi seçerim.

Daha yakına gel...

...eğer cesaretin varsa



Hayalperest/ilk sayfa

25 Ekim 2011 Salı

:(

elim kolum bağlı oturuyorum.işim, oğlumun ödevleri herşey anlamsız. küçük bir koli hazırlayıp göndermekten başka elimden gelecek bir şey yok. oysa gönlüm atla bir otobüse git diyor. gitsem ne işe yararım ki. en çok böyle zamanlarda keşke doktor falan olsaydım diyorum. işe yarar, her ortamda geçerli bir mesleğim olsaydı.ne bileyim psikolog falan olsaydım.acaba giden yardımların dağıtımı yeterince organize bir şekilde yapılıyor mu? acaba enkaz altında hala kaç kişi var. enkaz altında olmak nasıl birşey?

19 Ekim 2011 Çarşamba

çok ağladım

dün gece çok ağladım. uykudan ağlayarak uyanmak, tüm gününün berbat geçmesi için yeterli bir sebep. rüyamda bir aile dostumuz evime geliyor ve babamın öldüğünü söylüyor. içim nasıl acıyor, nasıl bir sızı hissediyorum anlatamam. sabah uyandığımda bu can acıtıcı rüyanın akşam yaşadığım endişeden kaynaklandığını düşünüyordum. dün akşam eşim eve geç geldi, ne gecikeceğini haber verdi ne de telefonlarıma cevap verdi. aklımdan yüzlerce kötü senaryo geçti, açıkçası kendim için değil de oğlumun babasına birşey olacağı için endişelendim. galiba rüyamda da bu sıkıntıyı kendime uyguladım. babam emekli polis benim.çalışırken de hep endişe içinde olurdum. bir kez izmir’de çalıştığı karakol bombalanmıştı. ben üniversitedeyken iki yıl diyarbakır’da çalıştı. o zaman da kulağımız hep haberlerde olurdu. bugün sabah haberleri okuyunca içimdeki sızı daha bir derinleşti, rüyamdaki sızıdan daha beteri geldi yüreğime oturdu. pırıl pırıl parlayan güneş bile kederimi silemez. hükümetin milli yas ilan etmesi gerek.dün 5, bugün 25, yarın kaç kişi? anlamadığım bir savaş bu, evet artık kabul etsin hükümet, bu bir savaş ve savaş zeka gücüyle kazanılır, hayt huytla,asarım keserimle değil. hoş astığınızı da görmedik ya zaten.

17 Ekim 2011 Pazartesi

yıldız, yağmur



Adam şapkasına rastladı sokakta

Kimbilir kimin şapkası

Adam ne yapıp yapıp hatırladı

Bir kadın hatırladı, sonuna kadar beyaz

Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar

Bir kadın kimbilir kimin karısı

Adam ne yapıp yapıp hatırladı.


Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda

Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı

Adam bulut gibiydi, hatırladı

Adamın ayaklarının altında

Yıldızların yıldız olduğu vardı

Adam yıldızlara basa basa yürüdü

Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı



Cemal Süreya


neredeyse 10 gündür yağmur yağıyor Bursa'da. bilen bilir sevmem böyle havaları. yağmura değil de gri bulutların bencilce gökyüzünü kaplayıp güneşe aman vermemesine sinir olurum. normal şartlarda bu 10 günün sonunda kendimi berbat hissederdim, ama dertlenmek ve öf bıktım şu kara bulutlardan demek yerine yıldızlara basa basa yürüdüğümü ve gök kapılarının benim için açıldığını hayal ediyorum. ama yine de yıldızlar ayağıma batmaya başlamadan artık biraz güneş çıksın demeden de edemiyorum.

14 Ekim 2011 Cuma

üç kardeş

yaaa ben de şeker anne olmak istiyorum.

13 Ekim 2011 Perşembe

dehşet

içimde bir huzursuzluk hali, yüreğimde bir sıkıntı. kontrolün bende olmamasının yarattığı tedirginlik. peşinden gelen panik hali. dün akşamdan beri hissettiklerimi anlatmaya yetecek uygun kelimeyi bulamıyorum. düşüncelerimin yarattığı fiziksel ve duygusal hali tanımlamaya bildiğim kelimeler yetmiyor. dün akşam veli toplantısına gittik, etüt meselesiyle ilgili. etütü aslı isteyen öğretmenimiz ve 22 veli.istemeyen 8 aileydik. detayları ve konuşulanlar değil bende yarattığı duyguydu önemli olan.

“dehşet”

evet dehşete düştüm ve çocuğumun içine düştüğü kaynar kazanı görüp adeta ağıt yakasım geldi.
bir veli artık oyun yaşlarının geçtiğini ve disipline girmeleri gerektiğini söyledi.
bazı veliler halk oyunları gibi etkinliklerin yapıldığı serbest etkinlik saatlerinde de ders yapılmasını teklif etti.

bir veli akşam 8’e kadar ders yapan bir özel okulu örnek gösterdi.

henüz okula yeni başlamış çocukların sbs’de ilk 3000’e girmesi için neler yapılması gerektiği konuşuldu.

ben zaten akşamları saat 9’dan 12’ye kadar ödevleri zor bitirdiğini hafta sonu ailesiyle vakit geçirmesi gerektiğini söylediğimde öğretmenin kurduğu cümleler beni tekrar dehşete düşürdü.

bir ay olmasına rağmen hala oğlumun adını doğru öğrenemeyen öğretmeninin tespiti,

....’ın eline kalemi vermiş bırakmışsınız, kalemi yanlış tuttuğu için de hep geri kalıyor, o yüzden yarım kalan yazılarını da eve getirdiği için çok ödevi oluyor. evde de yetiştirememesi normal.
ve öğretmen bunu diğer tüm velilerin içinde söylüyor.

verilmiş 32 sayfa ödevi yetiştiremeyen de benim minik oğlum oluyor.

peki diyorum bu sorunu nasıl çözeriz. doğru kalem tutmayı nasıl öğretiriz.

cevap yok.

ben evde her kalem tutuşunu düzeltmeye çalıştığımda kalemi fırlatıp ağlamaya başlıyor.
bugün bir tahta siparişi verdim internetten zeynep’in önerisini denemek için.kalemi doğru tutturup karala oğlum diyeceğim.

eskiden akşamları kitap okurduk, şimdi yazı ödevi yapmaktan kitap okumaya zaman kalmıyor.

eğitim sisteminin kırık çarkları arasında ezilmekten oğlumu nasıl koruyacağım ben.

dinleyin ağıdımı

11 Ekim 2011 Salı

şantiye çocuğu*

cumartesi günleri okulda etüt yapacaklarmış.30 kişilik sınıfta 25 anne çocuğundan öyle bıkmış ki cumartesi günü 1.sınıf çocuğunu etüte gönderecek. ben göndermeyeceğim. ne bu ya, benim çocuğum yarış atı değil. bir de öğretmen hanım yeni konu işleyecekmiş.ba ba ba ba...

sessiz duruyorum diye çok zorluyorlar şanslarını. gönderen göndersin kardeşim karışmam.ama sınıftan bir kişi bile eksikse yeni konu işleyemez,kıyametleri koparırım vallahi.

ey anneler, bu ne hırs. bu çocukların evde dinlenmeye, tembellik yapmaya, oyun oynamaya da ihtiyaçları var.

dün akşam 11 sayfa yazı ödevi bir de okuma vermiş öğretmen. ben çalışan bir anneyim, bu kadar ödevi akşam 7'de eve gelen bir çocuk nasıl yapsın.

ben 3.sınıfa kadar etüde metüde göndermem. yeni konu işlenmesine de izin vermem. istiyorsa öğretmen hanım tekrar yapsın.

yarın akşam iş çıkışı toplantıya gidiyorum. iyi oldu yarın olduğu, bu öfkeyle gitsem kırıcı olabilirim. yarına kadar sakinlerim bari.

*şantiye çocuğu pino'nun lafı.ben de katılıyorum ona, proje çocuğu değil, mutlu çocuk istiyorum.

5 Ekim 2011 Çarşamba

yardım lazım anneler



bir derdim var a dostlar. bir oğlum var ak yürekli, pembe yanaklı, parlak dimağlı. aynı zamanda da bir tv ve bilgisayarkolik. cartoon network senden nefret ediyorum, ne yapıyorsun da çocukları bağımlı hale getiriyorsun.


ama sanki durumun kötülüğünün bir tek ben farkındayım evde. eşim ben televizyonu kapatmaya çalıştıkça televizyonu açıyor. sert, disiplinli, kuralcı anne olmakla suçluyor beni. dün akşam yine ders yapmak yüzünden eşimle bağrıştık. biz bağrışana kadar dersin başına oturmayan bıdık biz tartışırken iki sayfa ödevini yaptı sessizce. eşime göre hem tv izleyip hem de ödevini yapabilir küçük bey. televizyon izlerken ağzındaki lokmayı çiğnemeyi unutan çocuk, tv açıkken dersini nasıl yapsın? ya da 15 dk ders yap 15 dk bilgisayar oyna taktiğini kullanıyor. tabi bilgisayar açık olduğu için bizim bıdığın aklı sürekli bilgisayarda. ödevini baştan savma yapıp bilgisayarın başına geçiyor. aslında eşimde en sinir olduğum şey ben bir şey söylediğimde asla benim yanımda olmaması, hep oğluşun tarafında. tamam ben hatalı olabilirim, ama hatalı bile olsam bizim onunla aynı tarafta olmamız gerekiyor. oysa o hep oğluşun tarafında.bu da hiçbir sorunu çözmüyor tabi ki.ben kötü bir anneymişim öyle diyor çocuğun yanında bana. kendisi super baba sanki.


bir çözüm yoluna ihtiyacım var a dostlar, oğluşumu bir bağımlı olmaktan kurtarmak için. babasıyla asla görüş birliği içinde olmadığımızı da göz önünde bulundararak bir çözüm üretmem lazım. şu an aklım bana yetmiyor. lütfen yardım edin.

1 Ekim 2011 Cumartesi

küçük eller iş başında

her akşam ödev yapıyoruz.en az dört saat. yo hayır öğretmeni çok ödev vermiyor, hepi topu iki sayfa yapacağı ödev, ama iki çizip yarım saat tv izliyor, sonra gelip iki daha çiziyor yarım saat daha oyun oynuyor. neyse ki bu hafta biligisayar oynama konusunu hiç açmadı. zaten eve 7 gibi geliyor yemekti falan derken saat sekiz oluyor. sonra da açıyor klavuz çizgili defterini ikisi uzun bir süre karşılıklı bakışıyorlar. işte küçük eller iş başında




kalemi dimdik tutuyor.geçen yıl da böyle yazıyordu.bir türlü düzeltemedik, böyle daha rahat yazıyormuş, ama bence bileği bu şekilde daha çabuk yoruluyor. çözüm önerisi olan öğretmen arkadaşlar var mı?


geçen gün anne biz neden el yazısı öğreniyoruz, hiç bir yerde öyle yazı yazmıyor ki dedi. ne diyeceğimi bilemedim.çünkü oğluma katılıyorum. ne saçma harfleri el yazısıyla öğrenmeleri. ellerini çok yoruyor. yazmaktan biraz sıkılıyor, ama okumayla arası iyi.tabi okulda.evde hala ben okuma biliyorum ki diyor ve öğretmenin verdiği kitapları benim okumamı istiyor. öğretmenleri okuma bilenler arasında okuma yarışması yaptırıyormuş ikinci olmuş. cadı kızın biri birinci olmuş. :))

bugünlerde parmak emme seviyesi çok arttı. hatta öyle ki ön üst dişleri öne doğru gelmiş. biraz az em anneciğim diyorum. okula yeni başladım ya çok stresliyim diyor. okula alışıncaya kadar süre verip eğer azaltmazsa profesyonel yardım almayı düşünüyorum. aslında bırakmıştı parmak emmeyi. izmir'e gönderdikten sonra tekrar başladı.


birazdan satranç kursuna gideceğiz. okula dair küçük notlar almak istedim unutmadan.


işte elelelele'ler. bu hafta sonu ödevleri ise ali top al. ela ali elele... :))


26 Eylül 2011 Pazartesi

kaçak

6,5 yaşındaki oğlum dün akşam evden kaçtı.

sebebi bizim ona ödevini yap dememizmiş.

kaçtığı yerde babaannesine öyle demiş.

dün gece de eve gelmedi.

dedesiyle yatınca kabus görmüyormuş.

ergenlik için erken bir yaş değil mi?

23 Eylül 2011 Cuma

bu hafta da bitti



yoğun bir haftaydı bu hafta. okula yeni başlayan bir bıdık, planlanan ama planlandığı gibi gerçekleşmeyen şeyler.bir haftalık izin sonrası birikmiş işler.hastalığı henüz atlatamamışken koşuşturmaktan yorgun düşen bir beden.



dün tam çocukların okuldan çıkış saatinde patlayan bol şimşekli,fırtınalı yağmur da annelik anksiyatemin azmasına tuz biber oldu. bıdık hala kabus görüyormuş. okulda kitaplarını unuttuğunu, servisi kaçırdığını falan görüyormuş, biz de birlikte yatıyoruz. :)) dudağımdaki uçuk geçti 1,5 hafta sonra oğlumun yumuşak yanaklarından öpebiliyorum çok şükür. akşamları zor da olsa 2'şer sayfalık ödevini yapıyor. bilgisayar oynamak ve tv izlemek istiyor.çok zormuş yazı yazmak, aslında 20 dk'da yapabileceği şeyi öfleyip püflediği ve söylendiği için 1 saatte zor yapıyor. çarşamba günü öğle tatilinde dolabına kitaplarını yerleştirmek için okula gittim.orda diğer çocukların annelerini görünce içim bir hoş oldu.çocukların çantalarını taşıyorlar,sıralarına yerleştiriyorlar.çantalarını açıp yerleştiriyorlar falan. bir an içim bir garip oldu,üzüldüm.sonra oğlumun tüm bunları doğru ya da yanlış, eksik ya da fazla kendisinin yaptığını ve bu onu üzse de bugünlerde deli gibi parmak emse de aslında özgüvenini geliştirdiğini düşünüp kendimi rahatlattım. hatta dün matarasındaki suyu bitmiş kantine gidip kendisine su bile almış.ama dün çok merak ettim. yavrum dün yağmurda servisini bulamamış oralarda ağlamış, sonra bulmuş allahtan. şimdi arkamda kangurusunun göbişine yatmış, elinde ayıcığı parmak emip bakugan izliyor.


kendimi fotoğraftaki ev gibi hissediyorum. yaşanmışlıklardan yorgun, ama bir o kadar da mağrur.



















sınav

ben öğretmen olsaydım arkadaşa yaratıcılığı için az da olsa puan verirdim. hem de güldürdüğü için. :))




21 Eylül 2011 Çarşamba

bulantı, bunaltı



bak şimde ben var ya iki gündür o kadar sinirliyim ki salon kadını çizgimden - o nasıl bir çizgiyse artık- çıkıp ağız dolusu küfür etmek istiyorum. bilgi haznemdeki küfür sayısı çok sınırlı olmasına karşın - çünkü ne babam ne de koca bey pek küfür etmez- bildiğim bütün küfürleri savurup bir kum torbasını gücümün son zerresi tükenene kadar tekmelemek ve yumruklamak istiyorum.



oğlum okula başladı ya ve ben pazartesi günü işe geri dönmek zorunda olduğum ki oğluşu eşimin ailesine bırakıp geldim ya bak neler oldu.



pazartesi okulun ilk günü sabah beslenmesini hazırladım.bozulmasın diye dolaba koyması için kayınpederime verdim ve giderken çantasına koymasını söyledim.tören 12.30'da siz o saatte gelin ben de öğle tatili olduğu için geleceğim dedim. öğle tatili geldi ve aladım taksiye gittim okula.koca beyin işi olduğu için gelemedi- bu günlerde de çok meşgul kendisi-. okula gittim ki benim bıdık okul bahçesinde süzülüyor. akıllı dedesi çocuğu 11.30'da okula getirmiş, çocuk tam iki saat oralarda beklemekten sıkıldı. yorgun ve süzgün sınıfa girdik. dedesi beslenmesini de evde unutmuş, para verdim.neyseki kantine ulaşmayı başarmış. akşam dedesi servisi ayarlamak için gitti. yaklaşık beş kez sabah kaçta almaya geleceklerini mutlaa sor dedim.o da sormuş 12.45 demişler.saat 1'de okul başlıyor. akşam da birkaç kez sorup teyit ettim. dün saat 11.45 de telefonum çaldı.servis şöförü arayan. bekliyoruz sizin oğlan hazır değil mi? meğer 11.45 demişler. evi aradım, kayınpederim evde yok. koca beyin işi var diye dükkana gitmiş.tabi bizim çocuk servise binemedi.dedesi taksiyle götürsün dedim. ama nasıl öfkelendim anlatamam. ben çocuğun ilk günleri stresli geçmesin, gergin hissetmesin, kendini güvende hissetsin diye herşeyi düzenli yapmaya çalıştıkça insanların aymazlığı yüzünden terslikler arka arkaya geldi. çok kızdım ve akşam iş çıkışı eve gitmedim.çünkü ne kayınpederimi ne de kayınvalidemi görmek istemiyorum. akşam eve gitseydim kırıcı olabilirdim. ben de korupark'a gittim. saçma sapan alışveriş yaptım. sonra bir yere oturdum bir kadeh kırmızı şarap söyledim, köz patlıcanlı bonfileli pizza söyledim, düşündüm hiçbir şeyi çözemedim. bir kadeh daha şarap içtim. saat 9 gibi eve gittiğimde koca bey ve oğluş hala kayınvalidemlerdeydi. merhaba deyip eve çıktım. ardımdan koca bey geldi, bana surat yaptı. surat yapacak kişi benim ama... neyse...



güzel ve heyecanlı yaşamam gereken bir dönemin daha ailecek içine ettiler. ama ben yine de iyiyim. çok mu tepki veriyorum diye düşünüyorum, yine kendimi suçluyorum. söyleyin allah aşkına çok mu tepki veriyorum?

15 Eylül 2011 Perşembe

süper anne

39,5 derece ateşle kayıt kuyruğunda tam 3 saat bekleyip, kayıt oldu olmadı, nakil kayıtlar açıldı ama istediğiniz sınıf dolu, tüh vahlara rağmen oğlumun kaydını istediğim devlet okuluna yaptırdım ya,

üç gündür sağlık raporuydu,ikametgahıydı, kırtasiyesiydi koşturuyorum ya,

bir de arada kışlık konserve domates yaptım ya,

bugün eve geldikten sonra tüm defter ve kitapları kapladım ya,

bir kocam olmasına rağmen tüm kayıt işlemlerini ve alışverişleri tek başıma yaptım ya,

horoz şekerimin okula başlama heyecanını da en çok ben yaşıyorum ve alınan kırtasiye malzemelerine çocuklar gibi seviniyorum ya,

oğlumu ikna edip ben 10 veya bakuganlı değil de düz siyah ve taş gibi bir çanta almayı başardım ve sınıftaki tek farklı çanta onunki oldu ya,

dudaklarımdaki uçuklar, ağrayan ayaklar ve şişmiş gözlere rağmen bu saatte bu yazıyı yazıyorum ya,

süperim ben süper. :)))

6 Eylül 2011 Salı

hatırlattığın için teşekkür ederim




allah'ım sen çok büyüksün.bizi her yerde her zaman gözlersin,kollar gözetirsin.ara sıra bunu unutsam da bugünlerde hep hatırlatıyorsun.bugün sabah işe metro istasyonunda gelecek treni beklerken yine kafamdaki kırmızı karıncalar iş başındaydı. ben niye böyle şişmanım, saçlarım ne kadar azaldı yakında kel kalacağım.çirkin bir kadınım vb. cümleler kurup duruyordum. kendimi kadın gibi bile hissetmiyorum, o yüzden de kendime güvenim yok diye düşünceler geçiriyordum aklımdan. gözüm gelecek treni beklerken birden merdivenlere kaydı. sargılı bir çocuk eli gördüm önce, sonra pembe bir elbise ve pembe bir şapka. gözlerim hızlıca babasına kaydı sonra. gördüğüm çocuk yüzünü yüreğim kaldırmadı. hayır dedim görmedin sen onu, aklının bir oyunu sana, bir anlık gördüğüm yüzü unutmaya çalıştım. hep öyle yapmazmıyız zaten, canımızı acıtan şeyleri yok saymak değil mi huyumuz. yok saymak ve unutmak. ama bakmalıyım dedim kendime ve babasının elini tutarak hemen yanımda metroyu beklemeye başlayan 7-8 yaşlarındaki kız çocuğunun kimbilir ne zaman tamamen yanmış ve deforme olmuş yüzüne korkmadan baktım. o masum kız çocuğunun saçsız, kirpiksiz, kaşsız yüzünde kendimle yüzleştim. biliyorum allah'ım yine unutacağım bana ve oğluma verdiğin bu sağlıklı beden için şükretmeyi. bugün yine çok karamsar başlamıştım güne, haklısın şükretmeliyim.





çok şükür allah'ım. bana verdiğin herşey için teşekkür ederim.

5 Eylül 2011 Pazartesi

deniz kokusu

bugün mudanya'da deniz kenarında çayımı içip martıları izlerken martı jonathan'ı düşündüm. uzaklarda neler olduğunu ben de en az onun kadar merak ediyordum. farklı olmanın dışlanmak anlamına geldiğini ve bilinmez yolculuğa çıkan ve geri dönmeyen martıları düşündüm. korkup çıkamadığım, çıkmaya karar veremediğim yolculukları düşündüm.

çayımı yudumlarken deniz kenarından gelip geçen insanları seyrettim, ne kadar çok insan, ne kadar çok farklı hayat olduğunu düşünüp şaştım kaldım. annesinin elinden tutmamakta direnen küçük kızı gözümle okşadım ve yaya yolunda yürümelerine ve hiç araba olmamasına rağmen kızının elini tutması için ısrar eden anneyi anlayamadım. elini tutmayınca yürüyemeyeceğini falan düşünüyordu galiba.

baba ve giderek babasına daha çok benzemeye başladığı için bugünlerde beni gıcık eden küçük oğlum az önce aldıkları oltayla balık tutmak amacıyla oltayı denize atmak için büyük çaba harcarken onları izledim. çayımdan bir yudum daha aldım. martılar öylesine çoktu ve denizin üstünde öylesine güzel süzülüyorlardı ki kesin bir kutlama yapıyorlar diye geçti aklımdan. fatoş olsaydı keşke, fotoğraflarını çekerdi diye düşündüm. hiç görmediğim halde hayatımın parçası haline gelen ve onların sevdikleri şeyleri gördüğümde aklıma gelen blogum vasıtasıyla tanıdığım insanları düşünüp gülümsedim. tam o esnada kocaman bir dalga geldi ve benim acemi balıkçıları sırıksıklam etti. deniz, sizi acemiler böyle rüzgarlı bir günde balık tutmak ne harcınıza alın size dedi ve dalgayla dövdü bizim evin erkeklerini. alel acele döndük eve, hasta olmasınlar diye. böylece benim deniz sefam da yarım kalmış oldu.

deniz ne kadar güzel. beni sakinleştiriyor, mutlu ediyor. hani diyorum ki bazen deniz kenarında bir evim olsa her gece mehtaba karşı içer ve kesin yazar olurdum. iyot kokusu bana rakı kokusunu hatırlatıyor. deniz, rakı, kağıt ve kalem. izmir'i belki de bu yüzden çok özlüyorum.şehrin merkezinde deniz olması ne güzel bir nimet. neyse en azından burda da mudanya var.her ne kadar hafta sonları deli gibi kalabalık olsa da yine de iyot kokusu alabiliyorsun.

şu an saat 1 uyku kaçtı.aklıma birden oğlumun gelecek hafta okula başlayacağı geldi.artık gerçek hayatın içine girme zamanı.kreşteki gibi olmayacak hiçbir şey. umarım çok fazla sorun yaşamaz.12 eylül'de okula başlayacak bıdık.henüz hiçbir şey belli değil, kaydettirmek istediğim okul bizim mahalle dışında olduğu için nakil olup olamayacağı bu hafta belli olacak.sonrasında kıyafet, ayakkabı,çanta alınması gerek. eşim salı günü iş görüşmesi için izmir'e gidecek. pazar günü eşimin yakın bir arkadaşının biga'da düğünü var.benim işlerim çok yoğun. bazen herşey üst üste geliyor. çok heyecanlı ve endişeliyim. küçük bir değişiklik olsun diye saçlarımı kızıla boyadım. saç derim kırmızı, saçlarım ise hafifi kızıl oldu.yarın işe böyle gideceğim.niye bayram tatilinde boyamadım ki! yine gelmeye başladı kırmızı karıncalar. evet şimdi pencereyi açacağım ve derin bir nefes alıp iyot kokusu ve dalga sesi hayal edeceğim.

2 Eylül 2011 Cuma

eylül 2011



Anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak

Yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi

Muhteşem bir mutluluğun kapısına



Pablo Neruda



bayram gelmiş neyime kan damlar yüreğime




çok şükür bayram bitti.



kendimi yapayalnız hissetme dönemim de bitti.



pazar günü neredeyse tüm gün bayram temizliği yaptım, evi dip köşe sildim süpürdüm ve bir kez daha anladım ki temizliğe gelen kadınlar asla koltukların, yatakların altını çekip silmiyor. yerleri viledayla değil de eski usul kova ve bezle silince de bir hayli yoruldum. arife günü yarım gün çalıştıktan sonra eşimle birlikte alışveriş yaptık ve eve gittik, ben hemen işe giriştim, bamya temizledim, barbunya ayıkladım, pirinçleri yıkadım. zeytinyağlı bamya, barbunya ve biber dolmasıyla yaprak sarması yaptım. bayramın birinci günü nasıl olsa kayınvalidem yemeğe çağırır,oraya götürürüm hem kadına da fazla zahmet vermemiş oluruz diye düşündüm. eşim de baklava aldı geldi.bayram sabahı bir neşe kalktım.uykucu oğluşumu kaldırmak bir hayli güç oldu saat 10.30 civarı uyandı beyefendi.tabi eşim ve ben neredeyse açlıktan ölecektik. güzel bir sabah kahvaltısıyla başladık güne, sonra aşağıya kayınvalidemlere bayramlaşmaya gittik. 1 saat kadar oturduk ve akşam yemeğini birlikte yiyelim diye sözleşerek eve çıktık. şıkır şıkır giyinmiş olarak akşam saatlerine kadar evde oturdum. gidicek hiç bir yer, hiç kimse yok.çünkü burda hiç akrabamız yok,arkadaşlarımız da ya ailelerinin yanına ya da tatile gittiler. ben akşam yemeği için dolaba bir şişe de kırmızı şarap attım. ailecek yenecek kalabalık bir yemek, sohbet hayal ediyorum. kafamda mizansenler kurguluyorum her zamanki gibi. sonra aldım hazırladığım yemekleri ve şarabı aşağı indik.görümcemler de gelmiş. ama gezdikleri yerlerde yemek yemişler,hem de akşam yemeğe geleceklerini bile bile. zorla annesinin pişirdiği yemekten bir iki kaşık yediler, benim getirdiğim zeytinyağlılardan bir kaşık bile alan olmadı. kayınpederim yemek biter bitmez kahveye kaçtı, oğlum gelip sofraya bile oturmadı, görümcemin kızı babasıyla tartıştı, saçmasapan bir muhabbet esnasında kayınvalidem yine sinirimi bozdu...ben de kalktım evime geldim.





evde tv izlerken birden sağ el bileğime korkunç bir ağrı saplandı ve canım çoook yanmaya başladı.sanırım temizlik ve yemek hazırlıklıklarında kendimi fazla zorlamışım. şarap içtiğim için ağrı kesici de içemedim. kas gevşetici kremle ovdum ve gözyaşları içinde sardım bileğimi.beni o kadar ağlatan bileğimdeki acıdan çok kırık kalbimdi galiba. bayram ruhu olmayan, hiç kapısı çalmayan bir evde olmaktı galiba canımı acıtan.hani kayınvalidemlere gelen giden olsun da gidip hizmet edeyim,kahve yapayım, tatlı ikram edeyim isterdim. gece 2 gibi ağrı kesici içtim ve 3 sularında uyudum.






bayramın 2.günü kalktığımda elim şişmiş ve çizgi filmlerde hani başparmağını üflersin ve elin şişer ya o boyutlara gelmişti. sabah kahvaltı yaparken çatalı bile tutamadım. akşama kadar evde yatıp tvde film izledim. 2.gün kapı hiç çalmadı, şeker toplamaya gelen çocuklar bile olmadı. ben de kendimi o kadar küskün, kırgın hissediyordum ki üstüne bileğimin sızısı da eklenince kimseyi aramadım bayramlaşmak için, midye gibi içime kapandım. akşam üstü artık sıkıldık ve kültürpark'a gittik.o kadar kalabalıktı ki anlatamam. oğluşun ısrarları üzerine göletteki yunus bisikletlere binmek için sıraya girdik ve 1,5 saat sırada bekledikten sonra sonunda binebildik.benim mızmız bıdık beye pedal çevirmek sor geldiği için 15 dk sonra inmek istedi,ama ben yarım saat parası verdik bitene kadar bineceğiz dedim. kültürpark'ta biraz gezinip insanları izledikten sonra akşam eve döndük. bu insanlarla ilgili gözlemlerimi en kısa zamanda yazmalıyım. park çıkışı eşimin ısrarıyla oralarda oturan arkadaşlara uğrayalım dedik, yolda telefonum çaldı ve benim onu aramam gerekirken beni arayan güzel insan hayal kahvem yüreğimdeki kara bulutları biraz dağıttı. gittiğimiz arkadaşları da evde bulamayınca kös kös evimize geri döndük.


3. gün yine tüm gün evdeydik. yine gelen giden olmadı. bayramın 2.günü elim yüzünden bulaşığı falan ellemediğim için berbat durumdaki mutfağımı topladıktan sonra birkaç arkadaşı aradım geldilerse görüşelim diye hiç biri gelmemiş. ama ikinci güne göre hem bileğim hem de ruhum daha iyiydi.akşam üstü yine dışarı çıktık şöyle bir gezindik eve döndük.





bayramdaki en büyük etkinlik digitürk kanallarında film izlemek oldu. hepsi sabun köpüğü amerikan filmleriydi. ama bir tanesine bayıldım. lxd- muhteşem dansçılar. hele bir robot dansı ve 10. bölümdeki dans vardı ki muhteşem,muhteşem, muhteşemdi. en kısa zamanda filmin cd'sini almalıyım.filmi izlerken birkez daha insan vücuduna hayran kaldım. ben dans çok seviyorum.eskiden çok da güzel dans ederdim. şöyle doyasıya göbek atıp, çılgınca tepinesim var. amerikan filmlerinde de en çok dansa gitme sahnelerini seviyorum. biz de neden dansa gidilecek güzel yerler yok.ben kulaklarımda sadece müzik olacak bir mekanda çılgınca dans etmek istiyorum. biri beni dansa götürsün lütfen.




evet bir bayramı daha arkamızda kalp ve hayal kırıklıkları ile bıraktık.şimdi geçmişi geçmişte bırakıp anı yaşama zamanı. ben zaten hep bu yüzden mutsuz oluyorum. geleceğe dair hayaller kuruyorum. sonra hayallerim gerçekleşmeyince o gerçekleşmeyen geçmişe üzülerek ve sinirlenerek bugünümü zehir ediyorum. cık cık cık, ayıp sana kara kitap. yapma böyle.